Şu küçük Asya dediğimiz topraklar hiç şüphe yok ki Yunus Emre'yi, Itri'yi, Karac'oğlan'ı, Veysi'yi, Esrar Dede'yi doğuran topraklar ve yine hiç şüphe yok ki bu küçük Asya dediğimiz topraklarda bir çok büyük isim yetişmiş ve bu büyük isimler de beraberinde küçük Asya'yı yetiştirmiştir.


Öncellikle kendime bir Fransız metodu beğenerek konuya önce nereden yaklaşmak gerektiğini dile getirmek kanısındayım. Zihnimin beni en ücra köşelerine sıkıştırıp orada bir divit gibi elime tutuşturduğu şu soruyu...

Sanat nedir?

Bu soru beraberinde tabiri caizse yüzlerce soruyu da getirecektir.

Yani Yunus bir sanat mı icra ediyordu? Yahut Itri?

Ya da sanatla kurmamız gereken meşru zemin nedir?

Sanat bizim hazzımız için midir?


Sanıyorum ki Paul Valery, "Sanat hakikat yolunda atılmış en büyük yalandır." demiştir. Hakikat ne ağır, doğru ne büyük. Eskilerin sıklıkla dile getirdiği "Yalan, farenin deliğinden girer de doğruyu saray kapısından sokamazsın." Baktığımız zaman iki söz arasındaki maya aynı maya. Paul'un sözü biraz daha şairane elbette, Türk milleti kurnaz, kestirmeden işi çözmüş. Görünüyor ki bir akıntı var, ancak hangi kanallarla ve kırılmalarla şimdiye değin süregelmiş bunun saptanması gerekiyor.

Benim senelerdir kullandığım aforizmalarımdan birisidir, sanat eseri sanatçının neresinden çıktıysa, muhatap/okuyucu da orasından anlar.

Örneğin Yunus yahut Esrar Dede... onları kalıcı kılan neydi? Bizler şiire asırlar boyu "nefes" demiş insanlar zümresiyiz. Yani Yunus'un da Esrar Dede'nin de lafı neresinden söylediği besbelli. Çıkış noktası göğüslerinin tam içi olmasa ne dediklerine "nefes" denirdi ne de isimleri esameleri okunurdu.


Bizler sanattan bir istikamet tutturmak gayesi gütmeyiz. Batı da böyledir. Onlar hâlâ bir istikamet tutturmak arzusuyla icra ederler, eğer ortada bir icra varsa. Burada sanat, insan şerefinin bir mahsulü iken orada insan şerefini kavramaya yönelik bir çalkantı, bir iç mücadele ve hatta daha çok büyük bir tartışma ortamı.

Fakat burada dikkati çekmemiz gereken temel nokta işbu sanatçının sanata yaklaşım gayesi ile okuyucunun da benzer bir gayesinin bulunması. Yoksa icra edilen şey kuru bir laf kalabalığından ötede bir anlam evrenine sahip olamaz.


Bugün tanık olduğumuz şey çağdaş insanın yoldaşı olan sanat, lezzete yönelme, tabiat ve insan güzelliklerine işaret etme, insan bedenini tasvir etmekten ibaret Yunan ve Rönesans devri hümanizimlerinin aksine isyan etmiştir. Varlık ve oluş gerçeklik bağına karşı isyan. Hurafelere gömülmek değil, tersine gerçeklik ve nesnellik temelleri üzerinde tekamül etmesi... Bu, hayalperestliktir.

Bugün çağdaş yaşamı esas kabul eden burjuva felsefesinin bir uğraşı şeklindeki sanat nerededir? Onun yeryüzünde kurmak istediği ve faydalanma, haz alma ve ebedi olarak kalmanın bulunduğu cennette. Bu durumda sanat, bir meslek, boş vakitleri doldurma, yavan hayata tat ve huzur verme olarak bir sanayidir.

Bu, en aşağılık meşguliyeti sanat dediğimiz en yüce varlığa talim etmektir. Bu, çalgıcılığı bir yaratıcıya ve hatemiyetten sonra

bir peygambere yani sanata tevdi etmektir.


Bizler sanatla kurduğu münasebet bakımından dünyada diğerlerinden ayrı, apayrı bir yer işgal ediyoruz.

Bizler bunalıma girmek için okur ve yazarız. Dünyanın neredeyse her yerinde insanlar bu bunalımı ortadan kaldırmak için okur ya da yazarlar. Biz dünya hayatını bir yanlışlık olarak yaşıyoruz. Hayatını bunalıma uğratmaksızın idrak etmek isteyen her kim olursa olsun, bu isteğine dinden çıkmadıkça kavuşamayacaktır. Bu çarpıklığın gizlenmesi, küfrün gizliliği için elbette burada yine yeşile boyanması gerekecek. İşte o yeşil renk bir sanayi peygamberi haline getirilmiş sanattan başka nedir?