Sensizliği tercih etmekse kurtuluşum, yalnızlıktan geçiyorsa mutluluk adımlarım, hoşça kal demek sade bir seviye ne kadar yaraşıyorsa ben de sana o kadar yaraşıyorum, dedi. Ve ekledi: “Hoşça kal…”
Kalamadım. Dört yüz altmış yedi gün geçti bu son sözcükleri duyuşumun üzerinden. On dört bin on sigara izmariti söndürüldü kâh küllükte kâh kaldırımlarda. Enflasyona bakıldığında cebimden de çok götürmüş bu ayrılık. Yirmi üç bin üç yüz elli sayfa kitap okudum ve altı bin doksan bir cümlenin altını çizdim. Dört bin yetmiş beşi ruhumun dengini bulabildiğim anlamlarla doluydu. Bu süreçte on dört kalem eskitmiş oldum. Sadece kitaplarda kullanılmadı bu kalemler. Yazdığım birçok şiire de yardım ve yataklık ettiler. Seksen yedi şiir ve iki bin üç yüz kırk beş dize… Hepsinin bir araya toplayabilmiş değilim tabii ki ama yine de aklımda tutabildim yazdıklarımı. Ona okumaya on sekiz kez kalkıştım ama on dördünü içimdeki gurur durdururken dört tanesini ise telefonlarımı açmayışı engellemiş oldu. Ve ben dört yüz altmış yedi gündür onu özlüyorum. Bu özlemlerime yüz elli iki göz yaşı eşlik etti. İlk otuz iki gün ona öfkeli duruşum yerini derin bir yalnızlığa bıraktı. Düşündükçe benden gidişini, her şeyi yeniden inşa edebilecekken bir anda vazgeçişini, minik ellerinin ellerimde durdukça güzelleştiğini, gözlerindeki denizlerin kocaman dalgalarından herkes canını kurtarmak için kaçarken onun varlığında ölmeye bile hazır oluşumu, ilk kez seni seviyorum deyişimi, ilk kez beni sevişini, ilk kez tüm gece aşkın ve arzuların birbiri içinde kimyasal tepkimeler verişini, dudaklarını beceriksizce ama korkmadan öpüşümü, ellerini çıkmakta zorlanana sakallarımda gezdirişini, onu bir ağacın gölgesinde ve kitabı elinde ilk kez görüşümü, üzerinde yeşil ama önü iliklenmemiş gömleğiyle içinde “crop” dedikleri giysisiyle altında yine siyah bir pantolonuyla boynunda tenini saran gümüşten bir meleğin kolyesiyle ince saçları yüzüne tel tel düşüşüyle ve saçlarının sarılığı güneşi üstüme yansıtışıyla ve yuvarlak güneş gözlüğüyle gözlerini kitaptan ayırmamak için direnişiyle onu görüşümü, koşa koşa şekersiz iki kahve alışımı, dökmemek için yavaş yürüyüşümü ve bu yüzden onu bulamayışımı, gölgelerden pek nasibini almamış ve beni terletmeye mahkum eden banka oturuşumu, çantamdan ince bir kitap çıkarışımı, yarım sayfa okuyuşumu, önümden birinin geçişini ve kafamı kaldırdığımda yine onun muntazam güzelliğine bakışımı, henüz soğumamış kahvelerle bu sefer yanına gidişimi, endişeli ama tatlı bir gülümsemeyle kahve teklifimi kabul edişini, güneş batıncaya denk sohbet edişimizi, konuştukça birbirimize ne kadar da benzediğimizi fark edişimizi, numaralarımızı alıp ayrılışımızı ve o günden sonra sık sık orada kahve eşliğinde sohbet edip kitap okuyuşumuzu, ilk kez sarılışımızı, ilk yemek yiyişimizi, ilk kez beraber alışveriş yapışımızı, saçlarını dizimde ilk kez sevişimi, “sen hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim bir yerde varlığınla aşka inandırdın beni yeniden” deyişini, “asıl sen, kim olduğumu bile bilmezken sevdanla kendimi öğrettin bana” deyişimi, saatlerce sevişmelerimizi, öpmeye doyamayışımı, teninin adresini sokak sokak öperek öğrenişimi, göğsümde yuvalanırken başı sesimden şiirler dinleyişini, “sevgilim” deyişini, “sevgilim, seni çok seviyorum” deyişini, sesi tüm odayı doldururken yalnız bununla bile yetinebileceğimi fark edişimi, zamanın nasıl da bencilce geçişini, birbirini çok seven aşıkları bile aşındırabileceğini ve kocaman bir aşkın yalnız bir kişinin yüreğinde bırakılıp gidilebileceğini kendimi sigara içmekten alıkoyamıyorum. Ayrılık alelade bir şekilde uğramamıştı kapımıza. Onu tanıdığımın yedi yüz kırk sekizinci günü ve ona âşık olduğumun yedi yüz kırk yedinci günü çalmıştı kapımızı. Onun dudaklarından sevildiğimi duymamın yedi yüz on beş gün sonrasıydı. Başta her şey hiç bitmeyecek gibi geliyor. Benim onda bulduğum, onun bende gördüğü ve aşk adı altına topladığımız duygular o puslu günde nereye kayboluyor? Tuzu biberi dediğimiz tartışmalar, kıskançlıklar büyüyerek kirli bir hal almaya başladığında onun benden gideceğini yine de düşünmemiştim. Varlığımın sindiği bir bedenden ne olursa olsun kopamam zannetmiştim. Her şey düzeltilebilir ve yoluna koyulabilirdi. Önceleri yanımdan uzaklaşmasıyla başladı bu süreç. O gölgelikte kitap okunmuyor ve şarkılar dinlenmiyordu. Evinin önünde beklemelerim yarım saati aşmazken saatlerce beklemelerim karşılıksız kalıyordu. Daha az öpüyor, daha az gülüyordu yanımda. Onun hoşuna gitmeye çabalamayı yine de bırakamayışım onun beni itmesini daha da kolaylaştırıyordu sanki. Bunu fark edememiştim. Onun yanına giderken getirdiğim küçük kağıtlara yazılmış şiirlere aşkla verilen tepkiler yerini alışkanlık halini almış sıkıcı eylemlere dönüşmüştü onun nazarında. Gözlerini benden ayırmayan o, ikimizi içine alan dünyadan ileriye bakmaya çalışıyordu. Ben yine de vazgeçmemiştim. Dört yüz otuz dört adet küçük kağıtlara yazılmış şiir parçaları benim için yaptığı ufak kutunun içindeydi ve o kutuyu ayrılık konuşmasından sonra evime göndermişti. Ben ise kimi zaman yine o kutuya şiir atmaya çalışıyor ama başaramıyorum. En az iki günde bir görüşmek isteyen sevgilim artık haftalarca görüşmesek bile merak etmiyordu beni. Ayrılık alelade bir şekilde uğramamıştı kapımıza, planlı ve programlı bir şekilde sevda terk etmişti bizi.
Yüz üç kere beraber uyumuş ve yüz üç kere beraber uyanmıştık. Dokuz bin dört yüz altmış bir kere gülümsemişti bana. İki yüz elli yedi kez öpmüştüm ellerini ve hepsi ilk kez öptüğüm gibi masumdu. Ve o günlerden kalan geriye kendi içimde saydığım bu eylemlerin bitmek bilmez hesaplamalarıydı. İçimdeki bu sayaç ya onun geri gelmesiyle ya da başka bir ruhun beni geçmişimden söküp almasıyla duracaktı. Şimdi, bu sabah, bunları düşünürken içtiğim kahve ve sigara ikilisi tüm bu farkındalıklarla ve harcadığım onca senelerin ıstırabıyla tatsız geliyor. Ama içimden bu onsuz kaçıncı içtiğim “kahve ve sigara” olduğunu saymayı durduramıyorum.