Konak'tan bindim 465'e.
Doluştuk her bir yanına otobüsün, en ufak gediğinde bile annesinin elini bırakmamaya tembihlenmiş bir çocuk,
Ağır ağır tırmanmaya başladı otobüs yokuşu,
Kaptanın bize denizi gösterme hevesinden midir?
Mazot dumanı patlaya patlaya durdu otobüs, hepimiz eğik bükük.
Tam orada, trafiğin kitlendiği o anda gördüm burnunu karıştıran bilgeyi, şarap rengi sulara bakıp büyük bir şevkle karıştırıyordu burnunu yolun kenarında, denize nazır manzarasıyla.
Karşımda bir kadın, zaten atmosfer yeterince eziyordu kadını, şimdi de eğik duran otobüste biz.
Yüzü kıpkırmızı ama öyle utançtan değil. Boğazının düğümlendiğini görmüştüm durakta bozukluklarını denkleştirmeye çalışırken, elleri de kırmızıydı.
Tırnakları bakımsız.
Zaten dişler varken ne gerek vardı tırnak makasını icat etmeye.
Trafik kitli, biz kitli.
Dışarısı soğuk, içerisi buharlı.
O bilge adam bizden iyi biliyordu hayatı, hayatın sırrı burnunun derinlerine gömülü,
Bi' sümkürüverse genizden şarap rengi denize doğru, kaybedecektik hepimiz hayatın sırrını.
Belki de kırmızı yüzlü kadının ağlayamayışıydı bu sır, açılamayan trafik, kalmayan oturacak yer.
Biz görgülü insanlar, tırnak makası kullananlar, annesinin elini hâlâ bırakmamış olanlar nereden bilecektik ki?
Bilge adam gitti, Agamemnon'dan korktuğundan değil ama, sümüğü kuruduğundan.