Otobüs cadde üzerinde ilerlerken mezarlık duvarından kopan bir kadın silüeti, koca aracın önüne atıverdi kendini. Fren pedalıyla arasındaki mesafeyi ustalıkla kapatan şoförün camdan bağırmalarını duymadı bile kadın. Sanki otobüsü de görmedi...
Yoldaki akıntının ters yönünde ilerleyerek orta kapıya ulaştığım anda araç mezarlığın önündeki durakta durdu. İnen yoktu, açılmadı kapı. Başımı orta kapının camına dayayıp herkesin son durağı olacak Servikent'e daldım bir an. İşte o zaman gördüm babamı. Mezarlıkta ne yaptığına anlam vermeye çalışırken bir mezar taşının başında ağladığını fark ettim ve mezar taşında adımın yazdığını... Olduğum yere çöküp kaldım. "Yok canım nasıl olur?" diye düşündüğümü sanırken bayağı bayağı konuşmuş olmalıyım ki yanımdan gelen alaycı seslere döndürdüm başımı. Havada sallanan iki çift ayakkabı ilişti gözüme. Çocuk ayakkabısı desen değil, kadın ayakkabısı desen hiç değil. Her ikisinin de bileklerinde körük olmuş ince naylon çoraplar. Bu anlam veremediğim tablonun içinden küt tırnakları boyalı, güdük bir el omzuma dokundu. İkili koltukta yan yana oturmuş ikiz cücelerden biri bana bakarken, diğeri babamı gözünden kaçırmamaya çalışıyor, bir yandan da, "Ne sandın ya, herkes dağıldı bir yerlere..." diyordu. Herkes bir yerlere dağıldı...
***
"Alo Hamdi, biz geldik İstanbul'dayız."
"Kızım ben sana gelmeyin demedim mi?"
"Kız çok özledi seni Hamdi, bir görsün hemen akşam döneceğiz merak etme!"
"İşim var kızım benim, uğraşamam seninle de eniğinle de..."
"Hamdi ne olur, gelelim de görsün çocuk seni."
"Neredesiniz siz şimdi?"
"Otogarda"
"..."
***
Feyyaz, uzun zamandır haber alamadığı oğlu Eyüp için endişelenmeye başlamıştı. İstanbul'a ilk gittiğinde, seni iş güç sahibi edeceğiz diyen birkaç çakalın aklına uyup girdiği tarikat, kısa vakitte hayır işleriyle uğraşmadığını göstermiş, çocuğun aklını türlü çeşit kötülükle doldurmuştu. Ne zorluklarla bulup geri getirmişti bir tanecik evladını. Musallat olanlardan paçalarını kurtarabilmek için köy köy dolaşıp saklanmışlardı bir süre. "Keşke tövbelerine inanarak oğlanın aklına uyup İstanbul'a dönmesine razı gelmeseydim." diye geçirdi aklından, telefonu bilmem kaçıncı kez tuşlarken.
***
Defalarca basıyorum otobüsün düğmesine ama kapı açılmıyor. Şoför mahalline doğru sesleniyorum. Kaptan, koca suratını dikiz aynasına sığdırmış, çok geç kaldın dercesine bakıyor bana. Otobüs sadece trafiğin boğucu etkisiyle oyalanıyor durakta, kimsenin ne inmeye ne binmeye niyeti var benden başka. Şoförün gözleriyle söylediğini cücelerden biri söze döküyor. "Çok geç kaldın." Gülüyor bir de arkasından. Bulunduğum durumun garipliği ne kadar da bana özgü. "Gül bakalım gül. Biz yetiştik de bir o geç kaldı sanki..." diyor öteki cüce, kardeşine ters ters bakarken. Sonra gözü yandaki ikilide oturan küçük kıza takılıyor. Küçük kızın hayreti benimkinden de büyük. İri, kara gözleri cüce ikizlerin üzerinde, her noktada birkaç saniye bekleyerek geziniyor. Onlarda gördüğü her küçük şeyi kendisindeki karşılığıyla kıyaslıyor belli ki. Onların küçük ayakkabılarıyla kendi küçük, parlak kırmızı pabuçlarını karşılaştırıyor. Çözemediği bir yakınlık, içinden çıkamadığı bir uzaklık bu. Küçücük ama asla giymek istemeyeceği elbiseleri ve sadece yaşlı teyzelerde gördüğü sedefli ojelerinden gözlerini alamıyor bir türlü. İşte bu sebeple de camdan dışarıya bakan annesinin yanaklarından süzülen yaşları hiç fark etmiyor.
***
Eyüp, üzerindeki maddi ve manevi ağır yükün altında ezilmiş bir halde biniyor otobüse. Önünden ilerleyen delikanlının ense tüylerine bakıyor bir süre. Onun gibi biri olabilmeyi ne kadar istediğini düşünüyor, hakkında hiçbir fikri olmadan. "Her ne olursa olsun, benimkinden evladır." diye geçiriyor içinden. Dahil olduğu dünya bir girdap gibi çekiyor içine ve bugün yapmasını istedikleri şey, bir son nokta olacak herkes için... Göz bebeklerinin huzursuzca kıpırdandığını ve havaya göre anormal terlediğini ondan başka herkes fark ediyor. Otobüsün ortasına geldiğinde önündeki genç çocuk, orta kapıda durup başını cama yaslıyor. O da karşısındaki boşlukta bekleyecek, öyle emredildi. "Gerekeni vaktinde yapamazsan biz cep telefonuyla uzaktan halledeceğiz!" demişti esmer olan adam. En çok da ondan nefret etmişti Eyüp, tarikata dahil olduğunda. İçlerindeki en tekinsiz olanıydı. Bugün ondan istedikleri şeyse, aralarından ayrılabilmenin tek yoluydu. Saatine bakarken ellerinin ne kadar da titrediğini fark etti ve camdan bakan genç kadının ağladığını...
***
Kamuran, bu insan denizi içinde kızını elinden kaçırma korkusuyla ilerliyordu. Bir yandan ufacık kızın aklına uyup buralara gelmenin akıl kârı olmadığını düşünüyor, bir yandan da Hamdi'nin kokusu aklına geldikçe içi yanıyordu. Sebepsizce azarladığı Zeynep de annesinin elinde savrulup duruyordu peşi sıra. Sokağın gürültüsünden kızın simitçinin yanında durmak istediğini anlayamamıştı bile genç kadın. Neden sonra, simitçinin geçit vermez uyarısına irkilmiş, kızının acıkmış olma ihtimalini düşürmüştü, fırdolayı dönen zihnine. Parayı uzatırken Hamdi'nin dükkan adresini de soruvermişti, sattıklarından pişkin simitçinin yılışık gözleriyle temas etmeden. Adamın kirli parmaklarının gösterdiği yere çok yakındılar. Renk renk cep telefonu kılıfının sergilendiği küçük dükkanın kapısında, en az kendi kadar yaşlı bir taburede oturan adama sordular Hamdi'yi. Uzunca bir süre hem Kamuran'a hem de Zeynep'e dikkat ve soru dolu gözlerle baktı yaşlı adam ve, "Eve gitti Hamdi, hasta biraz," dedi. Kelimelerin ve seslerin ara sokaklara kaçıştığı kısa bir an boyunca genç kadın ile yaşlı adam birbirlerine baktılar. Kamuran'ın gözlerinden akan yaşlar, adamın görüntüsünü bulanıklaştırmaya başlayınca, başını öne eğdi genç kadın. Oğlunun açtığı yaranın derinliğinde kaybolmamaya çalışan yaşlı adam, Zeynep'in yanına diz çöküp ürkek ve kararsız gelgitlerle sevmek istedi küçük kızı. Dokunmaya kıyamadı. "Aç mısınız?" diye sorabildi, boğazındaki düğümlerden fırsat bulduğunca. Hayır anlamında başını sallayan Kamuran'ın birkaç damla gözyaşı Beyoğlu'nun tecrübeli taşlarına savruldu. Dükkanın yanındaki izbe sokağa dalarak arka caddeden geçen ilk otobüse attı kendini Kamuran. Ortadaki ikili koltuğa oturdu, olanlardan bihaber Zeynep de yanına.
***
Yüreğinde yabancı bir sıkıntıyla uyandı Feyyaz. Hatırlamasa da hayra yoramadı bu uykuyu. Günlerdir ulaşamamıştı Eyüp'e. "İnsan bir an olsun açmaz mı telefonunu, niye var ki şu meret?" diye söylendi içten içe. Umutsuzca tekrar tuşladı oğlunun numarasını ama yine o kaknem kadının sesiyle karşılaştı.
***
"Bücüre bak bücüre!" dedi kardeşini küçük dirseğiyle dürterek. Yanda onlara pürdikkat bakan küçük kızı gösteriyordu.
"O büyüyecek ama sen hep böyle kalacaksın." dedi diğeri. İleri gittiğinin farkındaydı ama o da aranıyordu bu lafları.
"Benim boyum senden uzun bir kere, ben babama çekmişim."
"Ya ya tabii, babam da zaten servi boyluydu rahmetli. Patavatsızlığın da aramızdaki o bir santime sıkışmış değil mi?"
Şaşkınlık içinde, yanımda oturan ikiz cücelerin aralarındaki bir santimlik boy farkıyla ilgili hararetli tartışmayı izliyordum. O arada mezarlık duvarı bitmiş, babam ve adım yazılı mezar taşı arasındaki muamma çözülemeden hayata dahil olmuştum yeniden. Her şey tuhaf bir tanıdıklık ve yabancılık arasında sürekli devinip duruyordu sanki. Kısır bir döngü gibi...
"Şu da deli midir nedir? Hem üzerindeki uzun pardösüyü çıkartmıyor hem de şakır şakır terliyor..."
***
Ellerimin titremesine hakim olamıyorum. Etraftakiler şüphelendiler galiba, şu kapının yanındaki genç tuhaf tuhaf bakmaya başladı bana. Keşke otobüse binmeden babamı arayıp bir sesini duysaydım, helallik alsaydım. Yok yok ararsam asla yapamam. İki dakika sonra telefonu açacağım ve ondan bir dakika sonra da...
***
Eyüp'ün telefonunun çalmasına çocuk gibi sevindi Feyyaz ama yine de konuşamadı.
Ve bazı kavgalar hiçbir vakit tatlıya bağlanamadı...
Bazı gözyaşları hiç dinmedi...
Bazı soru işaretleri de cevaplarının olduğu duraklarda inemedi...
***
Hamdi bir gün önce arka caddede gerçekleşen patlamanın etkisiyle kırılan camları takmak için gelen camcıyla konuşuyordu. Tam da o an hatırladı, çatıdaki güvercinleri. Olayın etkisiyle nasıl da aklından çıkıvermişti onca can. Camcının sohbetini babasına emanet edip koştu eski apartmanın yıkık dökük, sidik kokan merdivenlerinden. En son duyduğu sözler camcının titreyen sesiyle saçıldı etrafa:
"On dört kişi ölmüş beyim dünkü saldırıda. Biri o mendebur kendini patlatan, üç tane de çocuk varmış otobüste..."
Terasa çıkmadan kulağının alışık olduğu kuğurdamaları duyamayınca daha da hızlandı Hamdi. Yüreği ağzından çıkacak gibi bedeninden önce koşuyordu. Ama içindeki gürültülere inat, kümesin içinde bitimsiz bir kuş tüyü sessizliği. Rüzgarın çalmaya geldiği bir iki tane tüyü sımsıkı yakaladı Hamdi, göğe doğru tanrıya yakarırken. Tam da isyanın ortasında bir karga atladı terasa yıkık duvardan. Birkaç tanesi daha vardı yerde, Hamdi sonra fark etti onları. Bir şey didikliyorlardı, gözlerinin biri genç adamda. Güçlükle yerinden doğruldu Hamdi. Kargaları zorlukla kovalayıp didikledikleri parlak kırmızı şeyi aldı eline. Küçük bir çocuk ayakkabısıydı bu, minik ayağı da içinde...
Uzun zaman terastan inmeyince oğlunu merak etti babası. Yaşına göre hızlı adımlarla ulaştı kümesin olduğu savaş meydanına ve oğlunu kendi kusmuğunun içinde yatarken buldu.
BABA (Kolektif Öykü Kitabı) - 2021
Kevser Karakaş
2021-11-27T12:27:24+03:00Gerçekten güzel bir öyküydü, biçimce de farklı buldum. Üslubunuzu zaten seviyorum. Tebrik ederim 🌿
Fatotes
2021-11-26T23:33:49+03:00Sonuna kadar merakla okuttu kendisini, tebrik ederim.
Haneke
2021-11-26T23:21:10+03:00Yine ilgi çekici, hisli, başarılı bir öykü. Tebrikler.