İnsanlık, yaratarak yok olmaya yüz tutmuş bir canavardı, her şey bir kıvılcım ile başladı. Kıvılcımı gören insanlar daha fazlasını arzuladı, alevler ortaya çıktı. Isındıkları alevlerin dumanı ile haberleşmeyi öğrendiler, daha da fazlasını arzuladılar. Ruhlarını bir merak ele geçirdi aniden, her şeyi keşfetme merakı… Sonrasında evrendeki hayvanları gördüler. Taşları keskinleştirip birer silah haline getirdiler, avlanmayı böyle öğrendiler. Daha sonra insanlık kontrolünü kaybetti, arzularının kölesi oldu. Evrendeki her şeyi ısırıp emmeye, sömürmeye başladı. Silahları, bombaları, tankları ve cahil halkları yarattılar. Her şey, bir kıvılcım ile başladı. O kıvılcım, geri dönüşü olmayan bir cehennemin habercisiydi…


"Saat, 03:48. Elli yıl öncesini düşünüyorum halen. Düşündükçe deliriyorum. Kendi ruhumun derinliklerine indikçe yüreğimde tarifsiz bir acı hissediyorum, keşke hep çocuk kalsaymışız diyorum. Kumdan kalelerimiz hiç bozulmasaydı, zaman kavramlarında sıkışıp kalmasaydık, gökyüzüne kafa tutan cinsten uçurtmalar salsaydık göklere... Fakat her şeyin sonundayız, hissediyorum. Vücudum her an patlayacak bir bomba gibi diken üstünde, ruhum ise çoktan kerpetenle bedenimden sökülmüş. Bu acı ne zaman geçecek bilmiyorum. Son kalan insan yanımı da avuçlarıma döktüm, en derinlerime gömdüm; kimsenin ulaşamayacağı kadar derinlere… Her şeyi yasakladılar. Okumayı, yazmayı, gülmeyi, gezmeyi… Hatta düşünmeyi bile! O kadar korkuyorlar ki onlardan, her gece sırtlarını duvara yaslayıp tanrılarına zihinlerini söküp atması için dua ediyorlar! 

Bize dayatılan sistemin kölesiyiz. Onların verdiği kitapları okuyor, onların verdiği yemekleri yiyor, onların istediği tanrıya tapıyoruz. Ben tükeniyorum ve tükenmeden önce, sorgulayacağım. Anlatacağım. Bağıracağım. Demirden yumruğumu göklerde sallandıracağım. Bu kadar korktukları doğruları onların yüzlerine çarpacağım!"



Günlüğümün kapağını kapatıp yastık kılıfımın içine sıkıştırdım. Bu kalem ve bu günlük, benim hayatımdan kalan tek yadigar olacaktı. Öyle büyük bir tutkuyla yazıyordum ki içimde parlayan bu ateş asla sönmeyecek gibi geliyordu. Son kalan mumum da yavaş yavaş erimeye, yok olmaya başlamıştı. Akşam saat ondan sonra tek bir ışığın dahi açılması yasaktı, herkes uyumak zorundaydı. Bu nedenle de mum ışığında yazıyordum. Kurallara uymayanlar ağır bir şekilde cezalandırılıyor, tekrarladığında ise hapishaneye mahkum ediliyordu. Biz birer piyonduk, onlarsa şah ve mat. Onlar tanrıysa, bizler şeytanlardık. Her gece etrafımdaki insanların ağlama seslerini dinleyerek uyuyordum, onlar asla susmuyordu. Kimisi annesi için, kimisi çocuğu, kimisi de sevdiği için ağlardı. Bazı insanlar sevdiklerine bir kere olsun dokunabilmek için canını bile vermişti, fakat kimse beni o kadar çok sevmemişti. Hayatım boyunca hep yalnızdım bu kocaman evrende. Dayatılan bu kurallara hep lanetler okuyarak büyüdüm. Bize verilen bu yemeklere hep tiksinerek baktım. Bize seçilen tanrılardan asla medet ummadım. Hayatımı sadece zihnimi kurtarmak için yaşadım. Benim elimde kalan son gücüm de zihnimdi, onu kaybetseydim, asla dayanamazdım. Gözlüğümü çıkarıp yavaşça muma üfledim, bir daha yanamayacak kadar ufalmıştı. Uyumam gerekiyordu. Her sabah saat sekizde ülkenin dört bir yanına döşenmiş hoparlörlerden alarmlar çalardı. Herkes uyanıp işe gitmek zorundaydı. İşimizi bile kendimiz seçemiyorduk, fakat şanslıydım. Bir matbaacıda çalışıyordum. Devletin okumamıza izin verdiği belirli kitaplar vardı. Her gün onları binlerce kere çoğaltıp kargo firmalarına teslim ediyordum. Tabii aynı zamanda sakladığım eski romanlar vardı. Devlet görevlilerinin bakmaya erindiği tek yerler matbaacılardı. Bize verilen kitapların kapaklarını bazen eski romanları basmak için kullanıyordum, böylelikle de istediğim yerde kitap okuyabiliyordum. Erişimlerimizi tamamen engelledikleri için okuyabildiğim sayılı kitaplar vardı. Tekrar tekrar okuyor, tüm satırlarını ezberliyordum. Gözlerim iyice yorulmuştu, göz kapaklarım tonlarca yük oluşturmuştu. Yatağıma geçip uzandım, yorganı boğazıma kadar çektim. Hep çocukluğumu hayal ederek uyumuştum bu zamana kadar, fakat artık hayal edecek kadar bile zamanım yoktu. Kendimi kocaman, derin bir çukura bırakıp boşluğun tadını çıkardım. Omuzlarımda elli yılın yükünü taşıyordum. Yüz yıl uyusam, yine de dinlenemezdim.


Kulakları patlatacak kadar yüksek bir alarm sesiyle gözlerimi araladım. Güneş ışığı gözlerime hücum etmeye, görüşümü bulanıklaştırmaya başlamıştı. Yatağımda güç bela doğrulup birkaç saniye soğuk zemin ile bakıştım, kalkmak için gerekli enerjiyi topladıktan sonra ağır bir şekilde yatağımdan kalktım. Oyalanmamalı ve hemen işe gitmeliydim. Çıplak ayaklarımın beton zemin üzerinde gezinmesini seviyordum, soğuğu tüm uzuvlarımda hissetmek bana tuhaf bir güç veriyordu. Aylak adımlarla banyoya gittim ve kapıyı kapattım. Kendimle yüzleşme zamanım gelmişti. Saçlarıma aklar, göz altlarıma mor halkalar inmişti. Rönesans tablosu gibiydim, yıkansam sanki vücudumdan rengarenk boyalar süzülecekti. Dişlerimi fırçaladım ve ellerimde kalan su ile saçlarımı karıştırdım. Sakallarım uzadığı için bir mağara adamına benzediğim aşikârdı, fakat artık onları kesecek bir güç bile bulamıyordum bedenimde. Sadece okuyor, çalışıyor, yemek yiyor ve uyuyordum. Duygularımın olduğundan bile emin değildim. Bu evren ve bu çağ duygularımı derin bir çukura atıp üstüne binalar dikmişti. Onları gömülü oldukları yerden çıkarabilir miydim bilmiyordum. Fazla vakit kaybetmeden hızlıca giyindim ve anahtarlarımı ceketimin iç cebine koyup evden çıktım.

Dışarıda sadece binalar vardı, bir tane bile ağaç yoktu. Arabalardan, fabrikalardan çıkan gazlar atmosferi kirletmiş, havayı simsiyaha boyamıştı. Çoğu insan hastalanmamak için maske takarak geziyordu. Bu hapishane gibi evrende hâlâ canını düşünen insanların olması beni şaşırtıyordu, hatta bazılarının duyguları bile vardı! 

Beni derin düşüncelerimden uyandıran polisin siren sesi oldu. Birkaç polis arabası bir binanın önüne hızlıca park edip koşar adımlarla binaya girdi. Bu senaryoları seviyordum; genellikle insanlar evde sevdikleriyle birlikte vakit geçirirken komşular duyar, polise ihbar ederdi. Polis ise hemen bulundukları konuma gelir ve evdekileri yaka paça dışarı çıkarır, hapse atardı. Gözlerindeki pişmanlığı okumayı seviyordum ya da belki de kıskanıyordum. Onları sevenler vardı, bir bekleyeni, bir beklediği vardı. Fakat şu an durum bu şekilde değildi. Polisler evden çıktıklarında yanlarında kelepçe içinde kırk beşlerinde bir kadın ve bir çuval vardı. Kadın korku dolu bakışlarla etrafına bakınıyor, polisler ise zevkle gülümsüyordu. Aniden kadının gözleri benim gözlerime değdi. Ateşe değmişçesine çektim bakışlarımı, fakat yardım istiyordu. Dudakları söylemese bile, gözleri yardım çığlıkları atıyordu. Elim kolum bağlıydı. Devlete karşı çıkmak demek, tüm dünyayı karşına almak demekti. Kadın gözlerini hâlâ gözlerimden çekmiyordu, ben ise çekingen bakışlarla kadını izliyordum. Kısacık, siyah saçları vardı. Teni yeni yeni kırışmaya başlamış, gözlerini doğanın yeşilinden almıştı. Korku dolu bakışları silinmiş, yerini cesur bakışlar devralmıştı. Sanki bu sefer karşımda yardım isteyen bir kadından ziyade, özgür bir kadın vardı. Bu özgürlük hissini uzun süredir tatmadığım için etkilenmiştim. Polis elindeki çuvalı alıp yere döktü, içinden kocaman kitaplar ve defterler çıktı. Hayrete düşmüştüm. O da okuyordu, o da benim gibiydi! O da bir şeylere baş kaldırmak, isyan etmek istiyordu. Gözlerindeki gücü ve kararlılığı görebiliyordum. Aniden polis etrafında onları izleyen insanlara bakıp konuştu: ‘’Gördünüz mü?’’ Çevreden cevap alamayınca avazı çıktığı kadar bağırdı: ‘’Gördünüz mü!’’ Bu ani bağırışla yerinden hoplayan insanlar kısık sesle ‘’Evet.’’ demeye başladı. Kadının gözleri artık yerdeki kitaplardaydı. ‘’O okuyor ve yazıyor evet, bunun cezasını biliyor musunuz? Devletin yasakladığı şeyleri yapmanın cezası ağırdır!’’ dedi polis memuru, ve pantolonunun cebinden çıkardığı çakmağını yerdeki kitapların ve defterlerin üzerine fırlattı.

Karşımdaki güçlü kadın birden yere yığıldı, sanki hayatındaki en değerli hazinesini çalmış gibilerdi. Göz yaşları yerleri ıslatmaya, polislerin gururunu güçlendirmeye başlamıştı. Acı çektirmekten zevk alıyorlardı; o kadar yoktu ki duyguları, tek hissettikleri şey zevkti. Polisler gittikten sonra insanlar da dağılmaya başlamış, hayat tekrardan normale dönmüştü. Bu tür olaylar her gün yaşandığı için artık şaşırmıyorduk, fakat bunun gibisini daha önce hiç yaşamamıştım. Herkes dağıldıktan sonra sokakta sadece ben ve o kadın kaldık. O hâlâ ağlıyor, bense hâlâ elim kolum bağlı onu izliyordum. Sonra aniden yanına gidip yere oturdum. Yerdeki bakışlarını yüzüme sabitledi bu sefer. Islanmış gözlerindeki soğuk ateşi görebiliyordum. Ne diyeceğimi bilemeyerek ‘’İyi misiniz hanımefendi?’’ diye sordum. Gözlerime bakıp kafasını hayır biçiminde salladı ve yerden kalktı. Başıyla ateşi gösterip ‘’Otuz beş yılım şu an yanı başımda yanıyor, nasıl iyi olabilirim ki?’’ dedi. Bakışlarımı yere indirdim, söyleyecek hiçbir şey bulamadım. ‘’İntikam istiyorum. Onlardan korkmamak, dilediğim gibi yaşamak istiyorum. İnsanların artık istediği işte çalışabilmesini, istediği yemekleri yiyebilmesini, istediği insanlarla yaşayabilmesini, istediği kitapları okumasını istiyorum. Özgürlük istiyorum.’’ Gözlerime derin derin baktı, sanki benden yardım bekliyor gibiydi. ‘’Sonu ölüm bile olsa, bu intikamı almak istiyor musun?’’ diye sordum. Gözlerini tekrardan gözlerime sabitledi ve hiç tereddüt etmeden cevabını verdi: ‘’Sonuna kadar.’’ ‘’Peki öyleyse, sana anlatacağım şeyler var, saat 12.00’da dördüncü caddedeki matbaacıya gelebilir misin? Orada çalışıyorum.’’ dedim. Orada olacağını söyledi ve hemen yanımdan ayrıldı. İnsanların birlikte yürümesi bile polislerin dikkatini çekiyordu, hatta bazen cezaya bile tabi tutulabiliyorlardı. İşe geç kaldığımı fark edip adımlarımı hızlandırdım. 

İnsanlar iki gruba ayrılıyordu, bunlar: diktatör soyu ve halk soyuydu. Sadece diktatör soyundan gelen insanların arabası olabiliyordu, geri kalanlar sadece toplu taşıma kullanabiliyordu, arabaya bile binemiyordu. Hayatım boyunca hiç arabam olmamıştı, bu yüzden de her yere geç kaldım. Hayat, uzun bacaklı bir leopar gibi hızlıydı, bense daha bedenimi bile zar zor taşıyabilen bir adamdım.

Dükkanın önüne geldiğimi fark ettiğimde düşüncelerimden sıyrılıp anahtarı cebimden çıkardım ve kilidi açtım. Kapının gıcırtılı sesi kulağımda yankılanırken kitap kokularını ciğerlerime nüfuz ettim. Bu işin en sevdiğim tarafı da buydu aslında. Kitaplar o kadar güzel kokuyordu ki ciğerlerimi kitaplarla doldurmak isterdim. Devletin bizlere verdiği kitaplara en fazla on, on beş sayfa kadar dayanabilmiştim. O kitaplarda sadece devletin ne kadar yardımsever ve merhametli bir şey olduğu anlatılıyordu, fakat gerçekler bunlar değildi. Tozpembe bir dünyam yoktu benim, öpülerek dirilen insanlar yoktu. Gerçekler acıydı, bir tokat gibi çarpardı suratına insanın.

Birkaç saat sonra zil sesi ile yaklaşık yüzüncü defa okuduğum "Kinyas Ve Kayra" kitabını kapatıp koltuğumun yanına bıraktım ve kalkıp kapıyı açtım. O gelmişti, elindeki tüm umut kırıntılarını toplayıp avuçlarıma dökmeye gelmişti. Gözleri hafif kızarmış, yanakları pembeleşmişti. Bakışlarında hâlâ o özgürlüğü hissedebiliyordum, ve bu bana tuhaf bir cesaret veriyordu. Yirmi yıldır okuyan ve yazan birine hiç rastlamamıştım, bu yüzden heyecanlıydım. Kapıdan kafamı uzatıp etrafı kolaçan ettikten sonra ‘’İçeri gel.’’ dedim. Tereddüt etmedi, bir şey de söylemedi. Bir yabancıya nasıl güvenebiliyordu? Onu içeri aldığımda öldürmeyeceğimi nereden biliyordu? Belki o da sıkılmıştır yaşamaktan. Düşüncelerimde kaybolurken beni o simsiyah boşluktan çıkaran onun sesi olmuştu bu sefer: ‘’Anlat.’’ Ah, neyi anlatabilirdim ki? Bu şekilde yaşamaktan ne kadar bunaldığımı, boğazımdaki o ipin her geçen gün daha da sıkılaştığını nasıl anlatabilirdim... Gözlerini gözlerime sabitledi ve ‘’İsmin ne?’’ diye sordu. Bakışlarındaki kararlılık beni ürkütüyordu. ‘’Ötüken, senin?’’ diye cevapladım. ‘’Asuman.’’ dedi. Annemin ismiydi Asuman, benim için hapislerde çürümeyi göze alan annemin ismiydi. Buruk bir tebessümle karşıladım ismini. ‘’Ne yapmak istiyorsun?’’ diye sordum. Gözlerindeki ateş bedenimi yakıp küle çevirebilecek kadar güçlüydü. ‘’İnsanların fark etmesini istiyorum. Bu zulme dur demelerini, tahtlarını parçalamayı istiyorum.’’ dedi. Aynı fikirdeydik. Çok uzun yıllardır bunu istiyordum, fakat tek başıma bu yola çıkmayı göze alamayacak kadar korkaktım. ‘’Ben de okuyor ve yazıyorum biliyor musun? Matbaacı olduğum için çok şanslıyım aslında. Didik didik araştırarak güçlükle bulduğum eski kitapları devletin verdiği kitap kapaklarıyla basıyorum, böylelikle de kimse hiçbir şey anlamıyor. Polislerin bakmaya erindiği tek yer matbaacılar, bu yüzden de rahatça hareket edebiliyorum. Günlük tutuyorum her gün senin gibi… Bak Asuman, bizim kaybedecek tek bir şeyimiz var, o da zihnimiz. Eğer savaşacaksak, zihnimiz için savaşacağız.’’ Söylediklerim karşısında şaşkınlığını gizleyemedi, bir şey de diyemedi. Sadece, ‘’Nasıl yapacağız?’’ diye sordu. Bu soru ne kadar zorsa, cevabı da bir o kadar basitti aslında. Gücümüzü herkese göstermeliydik. Bu yönetim biçimine olan tavrımızı ortaya koymalı, geri adım atmadan savaşmalıydık. Belki hâlâ içimizde duyguları olan insanlar vardı, bizim gibi özgürlük için savaşmak isteyen insanlar… Neredelerse onları bulup o dipsiz kuyudan çıkarmalı ellerini tutmalıydık. Eğer kendi gücümüzü onlara aşılarsak, devletin karşısında dimdik ayakta durabilirdik. ‘’İnsanlar sanatı görmeli ve hissetmeli. En derine gömdükleri duygularını o gömüldüğü yerden çıkarmalıyız. Eğer bunu başarırsak, insanlar okumaya başlar ve okuyan insan da sorgular. İlk önce sanatı fark etmelerini sağlamalıyız. Devletin inkar ettiğini, halk da inkar eder. Bu sebeple de işimiz hiç kolay olmayacaktır Asuman...’’ dedim. Birkaç saniye gözlerini gözlerimden ayırmadı, ve sonrasında da ‘’Sonucu ne olursa olsun yapmak istiyorum. Hayatımı bu şekilde geçirmektense ölmeyi yeğlerim Ötüken.’’ dedi.


Günler, hatta haftalar geçmişti. Asuman’la matbaacıdaki görüşmelerimiz devam etmiş, neler yapabileceğimizi düşünmüştük. Bu uzun süreçte en sonunda bir karara varmıştık. Aldığımız her karar bizi ölüme sürükleyebilecek kadar tehlikeliydi, fakat her şeyi göze almıştık. Saat gece yarısına dayanmış, tüm şehir karanlığa bürünmüş ve sessizleşmişti. Biz ise hâlâ çalışıyorduk. Yazdığım şiirlerin bazılarının çıktısını alıyordum. Planımız, Asuman ile onları sokakların köşelerine asmaktı. Bunun sayesinde insanlar görüp etkilenecek, içlerinde bir merak duygusu uyanacaktı. Bu, ilk ve en tehlikesiz adımdı. O kadar çok karar almıştık ki Asuman ile birlikte, aldığımız kararlarda boğulmamız an meselesiydi. Beni bu stresli düşüncelerimden uzaklaştıran yeniden Asuman’ın sesi olmuştu: ‘’Bitti mi?’’ Kendime geldiğim an, ‘’Evet, bitti.’’ dedim ve çıktıları ona uzattım. Yaklaşık otuz tane şiir vardı elimizde. Etrafı sadece mum ışığı yardımıyla görebildiğimiz için bu çıktıları almak hiç kolay olmamıştı. Asuman tam gidecekken kolundan tutup ‘’Dur, dinle.’’ dedim. Gözleri gözlerime değince ‘’Saat tam on ikide vardiyalar değişiyor. Yarım saat dinlenme ve yemek molaları oluyor. Sadece yarım saatimiz var. Ben doğuya gideceğim, sen de batıya… Her yer karanlık olduğu için biraz zorlanabilirsin. Eğer gelirlerse ellerinde fener olacak. En küçük bir ışık bile görürsen hemen kaçmaya başla.’’ dedim. Beni başıyla onaylayıp mumu söndürdü ve ‘’Dikkatli ol.’’ deyip matbaacıdan ayrıldı. Yüzümde aptal bir gülümseme ile kalakaldım öylece. Göğüs kafesimin içinde uyuyan küçücük bir çocuk vardı, uyanmıştı. Gülüyor, zıplıyor ve oynuyordu. Fazla oyalanmadan ben de matbaacıdan ayrıldım ve koşmaya başladım. Tatlı bir heyecan sarmıştı dört bir yanımı, uçurtmasını gökyüzüne uçurup peşinden koşan bir çocuk gibi hissediyordum. İlk durağım kendi sokağımdı. Sokağın başına vardığımda hızlıca cebimdeki bantı çıkardım ve rastgele bir kağıt seçip duvara yapıştırdım. Tam tekrardan koşmaya başlayacakken gözüm kâğıda takıldı. Yirmili yaşlarımda yazdığım, en sevdiğim şiirimdi bu. Kısık sesle okumaya başladım:


‘’Kadınların sancısıdır eşsiz yenilik, 

Sigaranın izmariti kadar keskin bir yangın, 

Ninniler gibi suskun dudaklar. 

Eski hür kadınlar, 

Vücutları ve özgürlükleri. 

Notre Dame’dan Afrika’ya, 

Karanlıklardan aydınlıklara. 

Keşfedilmemiş vücutlardaki şehvet, 

Okunmamış kitaplardaki gizem, 

Sevilmemiş insanlardaki nefret gibi iğneleyici. 

 

Gördüm, gördüm Afrodit’in cilvelerini, 

Bir yılan gibi kıvrılıp koynuma girdiğini;

Gözlerini ruhuma dikip bir vampir gibi dişlerini geçirdiğini. 

Bir şeytan gibi hücum etti vücuduma, 

Isırıp kopardı içimdeki çaresizliği. 

Fakat kuş vuruldu dalında; 

Düştü çaresizce gökyüzünden ana rahmine, 

Evrene açtı gözlerini. 

 

Ben şimdi kalkıp giderim, 

Koşarım sokaklarca. 

Koşarım bulutlara yelken açarım; 

Hiç bilinmeyen diyarlardaki hayallerimi satarım. 

Herkes gibi severim kadınları. 

Severim, doyasıya öperim. 

Ruhlarından kırıntılar toplar cebime dökerim. 

Ben şimdi kalkıp giderim, 

Suskun dalgalar gibi savrulur giderim. 

 

Nice bir korkudur şimdi karanlık; 

Akdeniz’den Ege’ye uzanan bir delilik. 

Siyah silüetlerle kuşatılmış bir orman kadar yalnız ve soğuk, 

Hepsini vurabilecek kadar kurşun, 

Biraz da scotch, 

Fakat unutmayınız ki, 

Hiçbir şiir yarım bırakılmaz, 

Terk edilir.‘’


Buruk bir tebessüm yerleşti yüzüme aniden, fakat şu anda eski günlere dönemezdim. Eğer eski günlerdeki gibi bir gelecek istiyorsam, tam şu an koşmalıydım. Vakit kaybetmeden tekrardan koşmaya başladım. Diğer sokağa vardığımda bu sefer duvara değil de bir apartmanın kapısına yapıştırdım kağıdı. Ciğerlerim göğüs kafesimi zorlamaya, kalbim hızlanmaya başlamıştı; yere yığılıp kalmam an meselesiydi. Bir yandan üstümden atamadığım yakalanma korkusu ruhumu bin parçaya bölüyor, bir yandan da yıllar sonra böyle bir işe kalkıştığım için mutluluk duyuyordum. Saatime baktım. Tam olarak on sekiz dakikam kalmıştı. Koşabildiğim kadar koşup hızlıca evime dönmeliydim. Şiirleri evimin çevresindeki sokaklara asarsam, eve dönmem kolaylaşırdı. Bu yüzden de evimin çevresindeki her apartman kapısına yavaş yavaş şiirlerimi astım. İşim bittiğinde yalnızca altı dakikam kalmıştı. ‘’Acaba Asuman ne yaptı?’’ diye mırıldandım. Yakalanmış mıydı? Yoksa evine mi dönmüştü? Bu sorular zihnimi sonsuz bir döngüye sokuyor, senaryo üstüne senaryo yazdırıyordu. Aldığım nefesler artık göğüs kafesimi yangın yerine çevirmişti, fakat kalan son gücümle koşmalıydım. Aniden karşı sokakta bir ışık gördüm. Gelmişlerdi; vardiyaları değişmiş, çalışmaya başlamışlardı. Işığı gördüğüm gibi var gücümle koşmaya başladım. Ayak seslerimi duymuş olacaklar ki onlar da hızlandı ve ‘’Hey!’’ diye bağırdı. Vücudumdaki adrenalin birden yükseldi, ruhumda büyük bir patlama hissettim. Sanki ruhum yeniden doğuyordu. Kaburgalarım etimi zorluyor, gün yüzüne çıkmaya çalışıyordu. Eve varmama sadece birkaç sokak kalmıştı, fakat hâlâ peşimdelerdi. Çita gibi hızlıydım, asla yetişemeyeceklerini biliyordum. Sonunda apartmanımın boğucu ve karanlık girişine geldiğimde ceketimden çıkardığım anahtarı kapıya soktum. Kapıyı ardımdan kapatıp yere çöktüm. Nefeslerim o kadar hızlıydı ki bir an öleceğimi sandım. Kendimi toplayıp kalktığımda bacaklarım titriyordu. İçimdeki kahkaha isteğini bastıramayıp avazım çıktığı kadar kahkaha attım. Yarım saatliğine bile olsa kuralları çiğnemek güzeldi. Kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyleri yapıyorduk, bu da kendi içimizde bizi kahraman yapıyordu. Merdivenlerden ağır ağır, ses vermeden yukarı çıktım ve evime girdim. İçimde tarifsiz bir mutluluk vardı, yeni doğmuş bir bebek gibiydim. Ayakkabılarımı çıkartıp dar koridordan geçtim ve yatağıma girdim. Bugün yazmak istemiyordum. Sadece gözlerimi kapatıp hayal dünyama yelken açmak, derinlerimde kaybolmak istiyordum. Yorganımı üstüme çekip gözlerimi sıkıca kapattım, ve tarifsiz bir mutluluk içinde uykuya daldım.



Şiirleri sokaklara asmamızdan bu yana yalnızca bir hafta geçmişti, fakat ortalık pek de sakin değildi. Polis memurları bu harekete sinirlenmişti, her yerde bunu yapanları arıyorlardı. Bazı insanlar da bu hareketi takdir etmişti, içlerindeki sanat duygusu ortaya çıkmıştı. Amacımıza ulaşıyor gibiydik. İkinci adıma geçmek için biraz vakit geçmesini beklemiştik, şimdi ise sıra daha tehlikeli bir adımdaydı. Asuman’la şiirleri astıktan sonra sadece bir kere görüşmüştük. Ona planı anlatmıştım, ilk başta karşı çıksa da sonradan kabul etmişti. Şehirde her pazar tatil günüydü, sadece o gün polis insanların buluşmasına izin verirdi, biz de bu fırsatı kullanacaktık. Çok dikkatli olmamız gerekecekti. En küçük bir hata, sonumuzu getirebilirdi. Öğlen saat tam üçte Asuman ile dördüncü caddedeki kafede buluşacaktık. Hem ruhen, hem de bedenen hazırdım artık. Yatağımdan yüksek bir enerji ile kalkmış, en güzel ve temiz kıyafetlerimi giymiştim. Parfümümü sıkmış ve saçlarıma çekidüzen vermiştim. Dışarıdan tam bir iş adamına benziyordum. Şiirlerimi biriktirdiğim not defterimi aldım ve çantama koydum. Siyah ayakkabılarımı giydikten sonra anahtarımı cebime koyup evden ayrıldım. Sokaklar çok da kalabalık değildi, sanırım insanlar tek tatil günlerini evde geçirmek için can atan varlıklardı. Küçükken çok merak ederdim diğer insanların evlerini. Hepsinin farklı bir hikayesi vardı, imkanım olsa tüm insanların hikayelerini dinlerdim. Büyük Meydan’a ulaştığımda tüm insanlar koşuşturuyorlardı. Sanki bir yere yetişmek için koşuyorlardı. Bazısı evine, bazısı toplantısına yetişiyordu belki de fakat benim gibi insanlar sadece hayata yetişmek için koşardı. Ellisine bile gelse hayat hâlâ onunla yakalamaca oynardı. Hayat böyleydi. O kaçardı, sen de kovalardın. Belki de bundandı insanların acelesi. Toplantıya ya da eve değil de hayata yetişmeye çalışıyorlardı. Hayat beklemezdi. Büyük Meydan’dan geçtikten sonra dördüncü caddeye ulaştım ve yürümeye başladım. Telefon kullanmak yasak olduğu için Asuman’a sadece telefon kulübeleri ile ulaşabilirdim, fakat onlar da güvenli değildi, konuştuğumuz her şey kaydoluyordu. Buluşacağımız kafenin önüne geçip saatime baktım. Tam üç dakika sonra burada olması gerekiyordu. Asuman tuhaf bir kadındı. Tenine dokunan insanı donduracak kadar soğuk, yüreğine dokunan insanı ısıtacak kadar sıcaktı. Pek konuşmazdı, ya da ben duymazdım. Söylemeye çalıştığı her kelime boğazına bir ip gibi dizilir, akciğerlerine doğru akardı. Ağaçları, hatta çiçekleri bile kıskandıracak gözleri vardı, gözlerinin içine baktığımda geçmişi görürdüm. Yüzü tanıdık olduğu kadar yabancıydı da. Tuhaf bir kadındı Asuman… Beni bu düşüncelerimden uyandıran Asuman’ın sesi olmuştu: ‘’Ötüken, hadi gel!’’ Kafamı salladım ve birlikte kafeye giriş yaptık. Kafe fazla kalabalık değildi, en fazla on kişi vardı. ‘’Hangi masaya geçmeliyiz?’’ diye sordum. Başıyla en köşedeki masayı işaret etti ve ‘’Orası ideal.’’ dedi. Masaya doğru yürümeye başladık, yaklaştıkça kalbim daha hızlı çarpıyordu. Göğüs kafesimdeki uçan kuşlar bu sefer şarkı söylemeye başlamıştı. Masada otuzlu yaşlarına merdiven dayamış iki kadın ve bir adam oturuyordu. Yanlarına yaklaşıp ‘’Birkaç dakikanızı alabilir miyiz?’’ diye sordum. Tuhaf bakışlarla karşılandık, fakat daha sonra hep bir ağızdan ‘’Tabii.’’ dediler. Yüzümüzde bir gülümseme ile masanın en soluna oturduk. Çantamı sırtımdan çıkarıp masaya koydum ve içinden not defterimi aldım. Bunu gören kadın ‘’Ne yapıyorsunuz, başımıza iş alacağız!’’ dedi. Masadaki herkes suskundu. ‘’Sadece birkaç dakika…’’ dedim ve not defterimi açıp rastgele bir şiir okumaya başladım:


‘’PERDE

Bu dipsiz düşünce çukurlarından,

Lanetlenmiş soytarılıktan, 

Sıyrılır mı gözyaşlarımın laneti?

Yüreğimde coşan soğuk damarlardan,

Her bir metrekaresine kadar nefretle donanmış duvarlardan, 

Lanetli ölülerden,

Biraz nefretten, yastan ve kemikten oluştum.

Beni görenler bir daha görmedi.

Sığmadı mezarlara bedenim.

Atlaslardan özür diledim, 

En geniş zamanlı şiiri yazamadım.

Değmedi hiç ayaklarım toprağa,

Ben hiç güneşi de görmedim,

Işık nedir bilemedim.

Tenimde bir yangının-’’


Tam devam edecekken aniden bir düdük sesi duyduk. Hepimiz bir anda kafenin girişine baktığımızda iki polis ve yanlarında da bir adam vardı. Adam ‘’Bu kadındı efendim! Onu camdan gördüm, o kağıtları yapıştırıyordu. Kesinlikle eminim!’’ diye bağırdı. Korku dolu gözlerle birbirimize baktık. Masamızdaki insanlar ayaklanmış, ‘’Biz bir şey yapmadık, bize şiir okuyorlardı!’’ diyordu. Asuman’ın gözleri dolmuştu, ben ise korkudan titriyordum. Polisler silahlarını çekip bize doğrulttu ve ‘’O not defterini bırakıp hemen yere yatın!’’ diye bağırdı. Bir iki saniye boyunca olanları farkına varamadım, polisin tekrardan bağırması ile birlikte yerimden sıçradım ve ellerimi not defterinden ateşe değmişçesine çektim. Asuman’la birlikte aynı anda yere yattık ve ellerimizi sırtımıza koyduk. Polisler silahlarını bellerine koyup yanımıza geldi ve ellerimizi kelepçeledi. Asuman yaşlı gözleriyle bana baktı ve ‘’Başaramadık.’’ diye fısıldadı. O kadar acı doluydu ki sesi, içim titredi aniden. Yerden kalktıktan sonra sanki ona veda edercesine ‘’Özür dilerim Asuman.’’ diye fısıldadım. Belki de onu bir daha asla göremeyecektim, hepsi benim hatamdı, çok ileri gitmiştim. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Göğüs kafesimdeki kuşlar susmuş, yerini yakıcı bir sessizlik devralmıştı. Dışarıda bizi bekleyen iki adet polis arabası vardı, bu polis arabaları bizi kendi sonumuza götürecekti. Ağır adımlarla kafeden uzaklaştık ve arabalara doğru yol aldık. Binmeden önce Asuman’a baktım. O güzel yüzüne, kısacık saçlarına, çelimsiz bedenine son kez baktım. Gülümsedi. Öyle bir gülümsedi ki o zaman anladım onu. Hayatında hiç anlaşılmamıştı Asuman. Hiç tutunacak bir dalı olmamış, hep sihirli ağaç kovuğunda büyümüştü. Her şeyi anlattı bana o an. Sessizdik evet, fakat ikimizin de duyabileceği kadar yüksek bir ses vardı içimizde. Daha fazla dayanamadım, Asuman’dan hemen gözlerimi çektim ve arabaya bindim. Araba hareket ederken büyük bir korkuya kapıldım. Eskiden televizyonlarda hep hapishaneye atılan insanlara uygulanan işkenceler yayınlanırdı, ‘’Eğer kurallara uyarsanız, sonunuz bunun gibi olmaz!’’ denirdi. O korkuyla yaşamıştım hep, bu yüzden şu an titrememe ramak kalmıştı. Gözlerimi kapattım ve başka bir dünyada olduğumu hayal ettim. Yemyeşil ormanlarla kaplıydı düşlerimdeki evren. Kimsecikler yoktu, sadece hayvanlar, bitkiler ve ben vardım. Ağaçlardan ağaçlara maymunlar atlıyor, kuşlar şarkı söylüyordu. Yeni yağmur yağmış, toprak nemlenmişti. Çıplak ayaklarımla bastığım toprak, tüm iliklerime kadar suluyordu beni. Filizlenmeye başlamış bir çiçek gibiydim. Toprağın beş metre aşağısında yaşamak istiyordum. Yeryüzü ne kadar soğuksa, aşağısı da bir o kadar sıcaktı. Beni bu düşlerimden uyandıran bu defa Asuman’ın sesi değil, polis memurunun sesi olmuştu: ‘’Aç gözlerini, geldik!’’ Korku ve nefret dolu bir evrene açtım gözlerimi. Karşımda, o hep televizyonlarda gördüğüm korkunç karakol duruyordu. Kapının açılması ile birlikte arabadan indim ve polislerle birlikte içeri doğru yürümeye başladık. O gri, kocaman kapıya yaklaştıkça kalbim daha da hızlı atıyor, içimdeki kuşlar birer birer vuruluyordu. Sonunda gelmiştik. Televizyonlarda gösterildiği kadar gerçekti, buradaydım. Kapıdan içeri girdiğimizde etrafta kimsenin olmadığını fark ettim. Birkaç polis memuru, kana susamış bir vampir gibi gözlerimin içine bakıyor, pis pis sırıtıyordu. Bakışlarımı yere eğdim, sanki gözlerine baksam beni taşa çevirecek gibilerdi, korkuyordum. Arkamdaki polis memuru ‘’Yürü!’’ dedi ve beni bir odaya doğru ittirmeye başladı. Büyük ve geniş bir kapının önünde durduk, kapının üzerinde ‘’1’’ yazıyordu. Cebinden çıkardığı anahtarı kapıya sokup kilidini açtı ve beni içeri itti. Tam kapıyı üstüme kapatacakken ‘’Burada bekle.’’ dedi. Oda simsiyahtı. Bir tane masa, iki tane sandalye ve tavanda asılı ışıklar vardı. Sandalyelerin bir tanesine oturup beklemeye başladım, çok geçmeden içeri kırklarına merdiven dayamış bir polis memuru girdi. Siyah üniforması ile karşısında duran insanlara endişe salacak kadar korkunçtu. Elinde bir çuval vardı, kapıyı ardından kapattı ve çuvalı masaya koydu. ‘’Ne bunlar biliyor musun?’’ dedi çürük dişleriyle sırıtarak. Kafamı hayır anlamında salladım. Bu korku dolu bakışlarım onu daha çok keyiflendirmiş olmalı ki ‘’Birlikte bakalım o zaman.’’ dedi ve çuvaldaki her şeyi masanın üzerine döktü. Masada günlüklerim, not defterlerim ve bastığım kitaplar vardı. Konuşamadım, kelimeler boğazımda bir yumru olup nefesimi tıkadı. ‘’Bakalım neymiş bunlar… Hmm… Kinyas ve Kayra…Suç ve Ceza…Zargana…Şiirler…’’ Ardından büyük bir kahkaha attı. O kadar çok güldü ki sesi dört duvar arasında yankılanıp göğe karıştı. Tüm kitapları alıp sayfalarını yırtmaya başladı. Ardından kapıya iki kere vurdu ve ‘’Alın bunu buradan, televizyon odasına götürün!’’ dedi. Polis memurları gelmeden önce yüzüme yaklaştı ve kulağıma fısıldadı: ‘’Devlete karşı gelmek, kendi canını hiçe saymaktır.’’

Bunu dediği gibi içeri iki farklı polis memuru girdi ve beni kollarımdan tutarak kaldırdılar. ‘’Yapmayın, yalvarırım yapmayın!’’ diye bağırdım. ‘’Sus!’’ dediler ve daha sert çekiştirmeye başladılar. Takatim kalmamıştı, teslim oldum ve zorluk çıkarmadım. Düz ve dar bir koridordan geçip ‘’Televizyon Odası’’ adlı bir kapıda durduk. Polis anahtarı çıkarıp kilidi açtı ve beni içeri itti. Odada sadece bir tane sandalye ve karşısında büyük ekranlı bir televizyon vardı. Beni sandalyeye oturttular, bağlarken de ‘’Ne kadar bağırırsan bağır, seni burada kimse duyamaz.’’ dediler. Duvarları inceledim. Siyah yumurta kaplarıyla doluydu, polisler haklıydı. Bağırmaktan boğazımı yırtsam bile, beni burada kimse duymazdı. Ellerim ve bacaklarım sandalyeye bağlanmıştı, polis memuru son düğümü de attıktan sonra, ‘’Görüşmek üzere Ötüken.’’ dedi ve odadan ayrılıp kapıyı kilitledi. Burada ne yapacaktım, bana ne olacaktı hiç bilmiyordum. Kafamdaki tek şey Asuman’dı. Ona ne yapacaklardı? Hapse mi atacaklardı, yoksa onu öldürecekler miydi? Ben bunları düşünürken aniden televizyon açıldı ve ekranda bir görüntü belirmeye başladı. O an televizyonda bir kameranın olduğunu ve kayıt almaya başladığını gördüm. Dikkatle ekrana baktığımda önce sıradan bir video olduğunu düşündüm. Daha sonra ekran bulanıklaştı, ses seviyesi yükseldi. Artık bunun normal bir video olmadığını biliyordum, bu bir işkence videosuydu. Bu görüntülerin gerçek olduğunu bilmek midemi bulandırıyor, içimdeki kusma isteğini gün yüzüne çıkarıyordu. Videoda bir kadın ve üç polis memuru vardı. Polisler kadına acımadan vuruyor, dikenli sopalarla işkence yapıyordu. Kadın en sonunda acılar içinde bağırarak yere devrildi ve gözlerini kapattı. Videoyu çeken kamera kadının yüzüne yaklaştıkça içimdeki kuşlar göğüs kafesimi ısırmaya başlıyordu. Bu yüz tanıdıktı, hem de çok tanıdıktı… Gözlerimi iki üç kere kırpıştırdım, olanları idrak edebildiğimde o kadının Asuman olduğunu fark ettim. Öfke, damarlarımı ele geçirmişti. Tüm kenti ateşe verecek kadar nefret doluydum. ‘’Şerefsizler!’’ diye bağırdım. Ben bağırdıkça onlar daha çok gülüyor, daha çok vuruyordu. Gözlerimdeki yaşlar hürriyetini ilan edermişçesine yanaklarımdan süzüldü. ‘’Benim yüzümden oldu, lanet olsun!’’ dedim ve gözlerimi kapattım. Çok geçmeden televizyondaki görüntü silindi, ve yerine yenisi geldi…


O zehir gibi geçen 72 saat boyunca Ötüken’e sürekli işkence videoları izletildi. Yeri geldi bayıldı, yeri geldi kafasını sandalyenin demirine vurup parçaladı…


Başımı kaldırdığımda üç polis memurunun dik dik bana baktığını gördüm ve ‘’Sıra bende mi, başlayın.’’ dedim. O kadar bağırmıştım ki ses tellerimin ipince, kopmaya yüz tutmuş birer ip parçası haline geldiğini biliyordum. ‘’Seni tek bir şartla affederiz. Ya ömrünün sonuna kadar burada aç ve susuz çürürsün ya da evine dönersin ve diğer herkes gibi normal bir yaşam sürersin.’’ dedi içlerinden biri. Yarı kapalı gözlerimi zorlukla açtım ve kafamı kaldırıp ‘’Asuman öldü mü?’’ dedim. Ciddi bir tavır takınıp ‘’Evet, onu daha önce affetmiştik, yaptığı hatayı tekrarladığı için bu defa affetmedik.’’ dedi. İçimde kalan son gözyaşını da o an dökmeye başladım. Asuman’dan binlerce kez özür dileyip ‘’Yemin ediyorum, bir daha okumayacağım ve yazmayacağım. Hayatımın geri kalanına normal insanlar gibi devam edip kurallara uyacağım.’’ dedim. Bunu dememle birlikte aniden ellerimi ve bacaklarımı çözmeye başladılar. Tamamen serbest kaldığımda ilk önce ayağa kalkmakta zorlandım, daha sonrasında ise kalan son gücümü de toplayıp odadan ayrıldım. O gün, son kalan insan yanımı da o karakolda bırakıp evime döndüm. Evime ilk adımımı attığımda, büyük bir yalnızlık karşıladı beni. Kimsem kalmamış, zihnim beni terk etmişti. Hayallerim, umutlarım… Hepsini o karakolda bırakmıştım. İçimdeki fırtına dinmiş, yerini boğucu bir durgunluk devralmıştı. Banyoya girip üstümdeki her şeyden bir çırpıda kurtuldum ve duşakabine girdim. Suyu en soğuğa çevirdim, bedenimin titretmesine izin verdim. Başımdaki kurumuş kanlar duşakabinin zemininde bir renk şöleni oluşturuyordu. Soğuktan titresem de suyu asla sıcağa çevirmedim, soğuğu tüm uzuvlarımda hissetmek, bana hâlâ hayatta olduğumu hissettiriyordu. Yıkanıyordum, ama asla temizlenemiyordum. Ağlayamayacak kadar kurumuştu göz pınarlarım; artık dışımdan değil, içimden ağlıyordum. İşim bittiğinde yavaşça suyu kapattım ve duşakabinden çıktım. Üşüdüğümü bile hissedemeyecek kadar tükenmiştim. Kurulanmadan banyodan çıktım ve odama geçtim. Odam bile artık daha sessizdi. Eskiden olsa kitaplarımla konuşur, onlara dertlerimi anlatırdım; fakat artık onlar da boğucu bir sessizlikle kuşatılmıştı. Gardırobumu açıp içinden rastgele kıyafetler çıkardım ve giyinmeye başladım. Bugün son kez yazacaktım, daha sonrasında ise zihnimi tamamen sonsuz bir uykuya yatırıp tüm organlarımın işlevine son verecektim. Yatağımın bazasını kaldırıp sakladığım kağıt ve kalemi çıkardım. Ağır adımlarla çalışma masama doğru ilerledim ve sandalyeyi çekip oturdum. Bu sefer son kez sadece ona yazacaktım, kitap kokulu kadına…


‘’Asuman’a;

Dünya dediğin, bu kadar Asuman! On iki milyar insan arasında kupkuru bir kalabalığın içinde kayboluyorum, yapayalnız kaldım bu dünyada. Zihnimi kaybettim, elimde kalan son silahımı da kendi ellerimle toprağa gömdüm. Kendi zihnime olan ihanetim tüm yaşamım boyunca beni bir girdap gibi içine çekecek, tüm kanımı emecek, tüm organlarımı kemirecek. Bu acıya dayanamam Asuman. Biz, bu sefer kazanamadık, bu sisteme karşı ayakta duramadık. Fakat bana hâlâ atmaya devam eden bir kalbin var olduğunu gösterdin, bunun için sana minnettarım. Kendine iyi bak, sonsuza kadar elveda.’’ 


Kâğıdı ikiye katladım ve ayağa kalktım. Bedenimin yavaş yavaş çürümeye başladığını hissediyordum. Yatağıma uzandım ve kâğıdı yastığımın altına koydum. Artık hiç vaktim kalmamıştı, gücüm tükeniyordu. Yorganımı üzerime çektim ve tavana baktım. Bembeyaz olan tavan bile solgundu bugün. Hiçbir çiçek kokmuyor, tüm bulutlar ağlıyordu. Bense zihnimi son yolculuğuna uğurluyordum. Gözlerimi kapattım. Asuman’ın gözlerini, nefret dolu bakışlarını düşündüm. Artık hayallerimde bile karşılaşamayacaktık. Başka hikâyelerde, başka kahramanlar olacaktık. Belki de bir şiir kitabının son sayfasında bulacaktık birbirimizi, ya da bir ağaç kovuğunda karşılaşacaktık…

Ruhum bedenimi terk etmeden önce son kez ve defalarca şu cümleyi tekrarladım: ‘’Devletinin kölesi haline gelmiş bir halk, cahilliğe muhtaçtır.’’