Bir sabah kalktığımda kanatlarımın kesildiği yerde tonlarca ağırlığı asılı buldum, doğruldum. Son kez o gün doğruldum ve o gün bugündür yanlıştan sapanın ayağından sandalyesini çekeyim, buradayım.
Alabildiğine havalandım, parmakla gösterildim ama hedef olarak, o kısım hızlıydı. Alışma süreci kısa sürdü. Ne kuştum ne de ayaklarım bir daha yere bastı. Ne düştüm ne de zemin deyince topraktır kastım.
Ağlamadım, gülmedim. Yemedim, içmedim. O gün içindi tüm hazırlığım. Ama vardım. Her şeyin bir sahibi vardı, yaşam tekti. Varlık tek ve mavi. Gariptir, adı Tanrı da değil.
Kendini sevemeyip onu sevmesi için bir çocuk doğuran çaresizler gibi, yaşamla bir olup beni anlasın diye kendi ızdırabımı doğurdum.
Buluttan yüzüyle küçük bir mucize kollarımın arasında büyüdü. Sallanan sandalyede öylece güzelliğini izlerken depremler olmuş, duymamışım. Sadece sevmişim.
Sandalye hep sallanmış, kalktığımda da. Öyle dediler.
Yaşamla sevişmek ve zamanla vaftiz etmek bir parçamı, her uyuduğunda günden güne uzayan tırnakları ve kirpikleriyle ufacık bir acı. En büyük sancımı bir atık gibi rahmimden dünyaya bahşetmekti beni özgürleştiren ve onu bilmeye mahkum eden.
Anladım, anlaşıldım. Seyrek, kısa, bukleli saçlarını kokladım her seferinde özür diler gibi. Affetmeliydi ona hayat verdiğim için. Af dilemeliydim, bilincimin en korkunç yanını yeryüzüne kanlı canlı diktiğim ve sevgimle sularken boğduğum için.
Doğduğum için affetmediğim gibi, beni affetmeyecekti. Küçük eliyle kavradığı serçe parmağımla bir bütün gibi, terk edemeyecekti. Affedemediğini anlamaktır en kötüsü. Beni gördü, bildi. Anladı beni.
İlk cümlesini duydum o gün. Anla dedi. Anla.
Hoş geldin, hoş geldin, hoş geldin!
Sayısız nidasın artık dudaklarımda.
Hoş geldim küçüğüm.