Zor karar alırım, en ben özelliklerimden biridir bu ve hep en güvenli limanlarda yüzmek isterim, kirli olsa dahi. Hayatta herhangi bir olgunun kesinlik dışı olması beni fazlaca rahatsız eder. Dolayısıyla hep rahatsız ve hep düşünmekteyim. Her şey yerli yerinde, makul olmalı ve canımı yakmamalı, bu takıntım çocukken bile böyleydi. Koltukta mı zıplayacağım; ablalarıma sorardım, “Canım yanar mı?” Genellikle sadece cevap beni tatmin etmezdi, onları da çocukluklarına geri döndürürdüm. Baktım canları yanmıyor, ben de katılırdım aralarına. Daha çocuktum ve kendimi çok severdim, yeniden sevmeye başladığım gibi.


Ancak çocukluk sonsuza dek sürmüyor, er ya da geç bir yerlere sürükleniyorsun. Çocukluğumu bıraktım Bursa’da, güzel bir paketin içinde. Şükranlarımı ilettim, üzerinde durduğum her şeye; tarihine, kaldırımına, asfaltına, ağaçlarına ve yükselmek için üzerine bastığım insanlarına. Bir tek ağaçlar beni unutmayacak, biliyorum. 


Şimdi, dik bir yokuşun ardından gördüğüm; geniş bir cadde, caddeye eğreti birkaç ağaç ve tembel bir dere. Çok yaşlılar ve tam da bu yüzden beni anlamaktan çok uzaklar. Kim bilir kaç arkadaşını kaybetti ağaçlar, betonlaşırken Kağıthane. Ağaçlar caddeyle küs, yitip gidenlerin katili olarak görüyorlar onu. Dalları tam da bu yüzden dereye eğik, dertleşmekteler kimi ve çoğu zaman bu kadim arkadaşlar ve beni aralarına almamakta çok kararlılar, bunu geceleri fısıldamalarından duyuyorum.  Bu yüzden ne kadar yaşarsam yaşayayım tarihinin ufak bir parçası olacağını biliyorum. Bu, beni rahatlatıyor. Yerlilerine göre, ben sadece yokuştaki bir yabaniyim.


Alınmıyorum dışlamalarına, haklı buluyorum sessizce, Alamut’tan düşmanı izleyen Sabbah gibi izliyorum onları. Yorgun bir otobüs geçiyor caddeden, insan yüklerini sırtına almış, onu izliyorum, kuşların sesini boğuyor hırıltılı nefesiyle. Bu otobüs her on beş dakikada bir geçer caddeden ve değişen hiçbir şey olmaz manzarada ve evet, bence şoför bile.


"Peki ben var mıyım o otobüste, iyice bakarsam görebilir miyim kendimi?"


Düşüncelerim beni güldürüyor, hayatta yapmaya çalıştığım diğer her şey gibi. Çünkü biliyorum ki bir yenisi yahut güçlüsü geldiğinde yıkılıp gidecek yine diğer her şey gibi. Ama değişen bir şey var, biliyorum.


Bundan iki ay önce, ki ne zaman olduğunu bilmeseniz de olur, Kale’mde oturur, yine böyle düşünürdüm; ağaçlar yine aralarına almazdı ama gökyüzü kıyamaz, eşlik ederdi bana… Onun ışığında toplardım hayatımı, bir kesenin içine koyardım; kesenin altı yırtık, ağacın ve derenin dostu rüzgâr savururdu hayatımı benim hiç erişemeyeceğim başka yarınlara. Başım eğik, teşekkür ederdim, göğe; sessizce sitem ederdim ağaçlara, rüzgâra ve dereye… Bu vedaya sonradan o’nu ben ekledim. Geceleri hayaline uyudum, sabaha o’nun için uyandım. Ağaçlar alay ettiler benimle, etsinler. Gökyüzü daha bir mavileşti ve bizim şerefimize güneşi ekledi resmine, göğü daha da bir benimsedim. Bu göğün altında yürümek istiyorum ben, ‘’Ağaçlar bana eşlik etmez ki, ‘o’ etsin.’’ dedim. Dışarı çıkmam gerekti, eski dostum aynalardan özür diledim; bana bakmalarını istedim, şevkle ilikledim gömleğimin düğmelerini, güzel bir yüz takındım kendime ve gözlüklerimi çıkardım sırf güneşi daha iyi görebileyim diye.

Bunu duyan yaşlı ağaçlar, çektiler gölgelerini güneşten. Önce şaşırdım, sonra anladım.

Gözlüğü çıkarmak büyük bir hataydı.


‘’Buna rağmen sonrası saadet!’’ demeyi çok isterdim. Ancak felek, benim istediğim gibi kesin olgular sunmuyor hiçbir zaman. Felek, çok iyi bir kara mizah ustası. Güzellik varsa ondan ama hep yanlış zamanda. Terk edip gitmeye zorluyor şimdi beni bu şehirden ve o’ndan vazgeçmemi istiyor. Ağaçlara, dereye ve hatta rüzgâra belki direnirdim ama felek çok güçlü, sanırım yapmak zorundayım. 


Biliyorum belki dost olacağım daha nice ağaçlar tanıyacağım, gölgeleyecekler güneşimi, ki daha iyi görebileyim o’nu, neticede nerede olursam olayım güneş hep bâki. Feleğin oyunları da tabii.