Zamanlardan hangi zaman olduğu hiç önemli değildir, harekete geçmek istemiyorsan. Nerede bulunduğun, cebinde kaç para olduğu ya da karnın aç mı tok mu, önemsiz ayrıntılardır sadece.
Zaman öyle bir zamandı. İyileştirmek bir kenara, tükendiğini hissediyordu durmadan.
Sigarasından bir nefes alacak gibi oldu -sigara içmezdi- bu yüzden nefesi almış sayılmaz. Bu ritüelin öksürme kısmını yapabildi sadece.
Adı Selim, 27 yaşında, bekar. Çocukluğunda nice canlar yakacağı ve buna mukabil çok başarılı olacağı söylenen, şimdinin mühendisi. Gönülsüz mühendis ifadesi Selim için daha doğru olur. Ortalama bir zekaya sahip her lise talebesi gibi, dersleri iyiydi Selim’in, “analitik” bir zekâsı vardı. Dolayısıyla çevresi tarafından mühendis olması salık verildi. Mühendis oldu, memleketine döndü.
Boğucu desen olmaz ama sıkkın bir yerdi memleketi. Memleket sıkkın olur mu demeyin, kendinden bile sıkılmış bir yerdir bu şehir.
Bazı zamanlar vardır, insan fark eder. Selim öksürüğünden sonra bir farkındalık kazandı. İlahi bir farkındalık denemez ama yine de ilahi birkaç ögesi vardı bu aydınlanmanın, insan durduk yere farkında oluyorsa bir şeylerin bir mucizesi olmalı. Halbuki sadece hava kirliliğiydi öksürmesinin temel nedeni. Olsun, Selim farkındalık kazandı, burası ona göre değildi. Hemen ayrılmalıydı bu şehirden, zaten sevdiği kimse yoktu, on dört yıldır babasız, üç yıldır annesiz bir şekilde yaşıyordu Selim, aile faktörü devreden çıkmıştı, doğal ve acı nedenlerle… Çocukluktan birkaç arkadaşı vardı, ki ona göre zorunluluktan arkadaşlardı. Beş kuruş manevi ve en önemlisi maddi borcu yoktu kimseye; babadan kalma dükkân, tarla satılır, ev zaten kira. İstifayı da verir vermez her şey tamam! Sonra ver elini… Nereye?
Şehir değişikliği yeterli olmazdı, belki ülke değiştirmeliydi Selim ama o da yetmeyebilir… İyice irdelemek lazım bu meseleyi, ne yapılması gerektiğini, çünkü o öğrenmişti bir zamanlar hızlı giden atın, yok o değil en azından o söz buraya münasip değil, acele işe şeytan karışır!
Tüme varılmalıydı çünkü elinizde hiç varsa hiçbir şey kaybetmezsiniz tüme varırken, o yüzden şehir değişikliğinden başladı:
“İstanbul” dedi, “İstanbul parası olana güzel” diyerek bitirdi. Bu düşünce hiç özgün değil Selim, üstelik bunu ben söylüyorum, senin aklına bile gelmiyor.
“Bodrum’a insem…” hemen aklına portakallar, beyaz evler biraz da begonvil… Sarı bir filtrede göründü. “Mazhar’ın diktiği bütün fidanları yakıp, otel yaptıkları” için vazgeçti.
Hakkını vermem lazım, bu özgün bir vazgeçiş ama sana ne Mazhar’ın diktiği fidanlardan, lan Selim! Sanki Bodrum’da geçinebilecektin?!
Mafya çökmüş Bodrum’a, öyle diyorlar. Onlardan kurtulursan Ruslar, sonra bizim sonradan görmeler Bodrum'dalar, yani anlayacağın sana yer mi vardı, ah oğlum Selim!
İzmir, Ankara ve hatta Samsun’u dahi düşündü Selim, dikkate değer bir görü geliştiremedi mühendis kafası. Ama ilk sonucu buldu: Türkiye’den çıkmalıydı.
Alp mesaj atmış, Selim’den akıllı telefona. “Lan” diyor Alp, “kahveye gidelim mi beşte” soru işareti eksik, “Tamam…” diyor Selim, üç noktalı, düşünce tamamlanmışken üstelik.
Saat dört buçuk, kahve 15 dakika uzak, yürürüm dedi Selim, spor yapmazdı hiç, aferin lan Selim.
Hava rüzgârlı, insanı geri iten bir rüzgâr ancak Mikail bilmiyor ki Selim hiç olmadığı kadar kararlı. Sigara yaksan rüzgâr alır sigaranı, parasını da el. Ama Selim sigara içmiyor dolayısıyla keş rüzgâr ve kapitalist el efkârlı.
Selim bu efkara hiç aldırmadı, ne rüzgârı ne de eli tanırdı. Kahvenin kapısını açtı, ellerini hızlıca ovuşturdu -ısınmak için yapardı, faydası var mı, meçhul- ve masalara bakındı.
Kahvenin beyni ocak ve tezgâh ortada. Sol tarafta oyun alanı; yeşil çuhalı masalar ve oyun istekaları, sağ tarafta oyunsuz alan ama yine de çuhalı. Enine ve boyuna dört kolon, kolonlarda kafes içi tüplü televizyon.
Selim niye bu kadar bakındı, ben buna hayret ediyorum. Selim burası yirmi beş yıldır aynı, televizyon ve hatta hatta çuhanın üzerindeki toz bile neredeyse seninle yaşıt. Selim de kendisine şaşırmış olacak ki her zaman oturduğu sağdaki ilk kolona komşu masaya alelacele oturdu. Selim aşağı yukarı on üç yıldır bu masaya otururdu. Küçük yerlerde böyle masalar olur, herkesin masası bellidir. Bu masa olmasının sebebi ise: ocağa, televizyona yakın olması filan değil, çıkışa yakın olması. Ocakçı İbrahim görürse dayaktan kaçmak için… çünkü çok büyük günahtır kasabalarda; çocukların, babaları olmadan kahveye gelmesi, yani en azından bir zamanlar öyleydi.
Selim oturalı beş on dakika kadar olmuştu ki -beş mi on mu diyeceksiniz, bilmiyorum- Alp girdi kahveye, nefes nefese.
Endişelenmedi Selim, Alp hep böyleydi. Selamlaşma ve hâl hatır sorma faslı İbrahim’in son postadan zar zor çıkarttığı belli olan iki çayı getirene kadar sürdü.
“Sevmiyorum abi işte bunu” diye sessizliği bıçak gibi kesti Selim, çaydan aldığı ilk yudumdan sonra, sinirliydi. Alp’in şaşkın ağzı, “neyi?” mırıldandı.
“Bilmem kaç yıllık -sahiden kaç yıllık?- müşterisiyim ben buranın, bu çayı nasıl verir bana” şeklinde çıkışını sürdüren Selim, hemşehricilik ve tanıdığını kayırma politikalarını desteklediğini, istemeden de olsa, çaktırdı.
Alp, “Oğlum adam yeni çay koyacak birazdan, bekleseydin. Pinti İbrahim demliği bitirme fırsatını bulmuşken kaçırır mı? Ama haklısın sen de, söyleyebilirdi” gibi kimi desteklediği belirsiz, iki tarafa da göz kırpan, orta yolcu bir cevap verdi. Alp saf iyiydi, vardır öyle insanlar, ama çok saf olduğu için hayat ona iyi değildi.
“Necla’yı aldım, götürdüm bizim tepeye…” diye başladı anlatmaya Alp. Selim “demek ki karın ağrısı buymuş” diye düşündü, söylemedi. Selim oralı gibi gözükerek dinlemeyi, Alp orada biri var gibi anlatmayı sürdürdü. “Şimdi kafeye götürsem laf olur, söz olur. Zarar gelmesin kıza. Aramızdakinin de bir adı yok varsa da ben bilmiyorum, ama karar verdim: Ya olsun ya bitsin burada diye. Olursa da Yakup Amca'ya diyeceğim, ben Necla’yı seviyorum, diye. Niye? Kızın da beni sevdiğini bilmiş olacağım çünkü…” şeklinde çok zekice olduğunu düşündüğü, sebep sonuçlu ve üstelik 5N1K’lı derdini anlatmayı sürdürürken Selim onu böldü. Alp çok saftı, safları kimse umursamaz. Onların derdi olamaz diyelim ki oldu, kimse dinlemez.
“Ben buradan gideceğim.”
5N1K aslında Selim’e lazım, Alp’in ucuz yeşilçam hikayesine değil. Alp de bunu düşünmüş olacak ki, “Ne” dedi birden, Selim yüzüne manasız bakınca “Neden” deyiverdi, salak bir şaşkınlık içinde.
Bunaldım her şeyden; senden, yaptığım manasız işten, buradan, İbo’nun boktan çayından, her gün yürüdüğüm seçimden seçime değişen kaldırımlardan, diyemedi Selim. “Bunaldım “demekle yetindi. “Nasıl” dedi ‘nasıl’ı ne şekilde sorması gerektiğini bilmeyen Alp. Selim kendince yorumladığı şekilde cevap verdi bu bağlamdan uzak soruya: “Üç beş kuruşum var kenarda, çarşıdaki dükkânı da, tarlayı da satacağım rahmetliden kalan, istifa da kolay iş.” “Nerede?” buraya uygun kaçmazdı, soruların muhatabı Selim, halihazırda buradaydı, soruyu “Nereye” şeklinde uyarladı Alp, bir aferin de Alp’e.
“Onu bilmiyorum, düşünüyorum” buyurdu filozof Selim. “Ne zam..,” demişti ki Alp, “Dükkan satılana kadar buradayım. Kim? Ben.”
Alp’in yüksek zekasını kestiren Selim, leb demeden leblebiyi çifte kavurdu. Aptal bir gururla doldu içi. Leblebiyi kavurunca aklına rakı geldi. Selim, rakı da içmezdi. Alp’e, ‘’Ben şimdi gidiyorum, akşam 8’de kapının önünde ol, bir yere götüreceğim seni” dedi, yanıtı beklemeden çıktı. Yanıtı beklemesine gerek yoktu çünkü Alp’in hiçbir işi ve Selimden başka kimsesi yok. Bunu bilen Selim, Mikail’in rüzgârlı kollarına koştu, Alp çayın son yudumundayken İbrahim bayat çayın parasına kavuştu. Bayat çayın parası farklı oluyordu.