Yağmur tüm öfkesini kusarken şehre, gökkuşağı lekelendi bir zehirle.
Damla damla yağarken tüm hızıyla, yağmur taneleri sevişti hüzün hüzmesiyle. Yürek, yangınlar içinde yanarken damlalar bile kesmedi harlanan alevleri.
Tarihi kaybolmuş bir akşam serinliğin de adımlarken yolları, suskulara sarılmış bir kahırla tanıştım.
—Adın ne, diye sorduğumda
—Bir sevdanın yok oluşu, diye cevap verdi...
Yüzünde tonlarca öfke nöbetlerinin izi vardı. Sanki dokunsam ağlayacak gibiydi. Verilen onca emeğin, hiçe sayılan değerlerinin ve karşılığında ona sunulan koca bir yalnızlığın öyküsü okunuyordu gözlerinden. Bazı şeyleri anlamak için sese ihtiyaç yoktu ki. Hissetmek yeterliydi anlamak için...
O da öyle çok yorgun olmalı ki "sadece beni anla" der gibi uzunca bir süre gözlerime baktı. Okuyabiliyordum yüreğinden geçenleri, suskunluğuna hapsettiklerini.
O an elimi yüreğine koydum sessizce "işte tam burası acıyor değil mi?" der gibi. Ben de derince sustum o an. Konuşsam akacaktı gözyaşları.
İçimden şu soruları sordum kendime:
—Bu neyin cinnet gecesiydi kifayetsiz bir boşluğa itildiğim, kimin bedduasıydı bu içime soluduğum, ben kimin ızdırabından geçiyordum böyle, bu karşımda duran kimin nesiydi böyle ayna gibi yüzünde kalbimi gördüğüm?
İçimde belli belirsiz sorularla cebelleşirken bir an kapattım gözlerimi ve kaybolmuştu karşımda duran.
Yığıldım...
Sırılsıklam olmuş soruların üzerine... En acı tarafından sarıldım sonbaharın sararan yapraklarına. Kahverengi bir hüzün giyindi zaman. Akrep yelkovan arasında gidip geldi yorgun uykular..
Yağmurlu bir akşam serinliğinde
Sen kimin günahıydın ki
Karşımda duran, sonra göz açıp kapayana kadar yok olan?
O an anladım ki
Yüreğimin yansımasıydı karşımda duran.