Kadere inanmalıydık, sen ve biz. Çitsiz, dikenli telsiz.
Parmak uçlarımızla yükselip gözümüzün önünü görebileceğimize ant içebilir, dokunabilirdik elsiz.
Son ikisi kalmış bir paketin kendini salmışlığından yüz bulabilir, gecenin emaneti olan doğurgan cümleleri peşi sıra duymaya güç yetirebilirdik.
Belki diyordum, bu sefer ben.
Kime ne ve neye kim olduğumuzu senden öğrenebilirdik. Bir sonraki yutkunuşuna değin alacası üzerinde vaatlerini namluya sürebilirdik şeksiz.
Kadere inanmalıydık, sen ve biz.
Olur ya öyle, gücümüzün yetmediğine kader diyebilirdik. Sana kader diyebilirdik, mesela sana. Dizlerimizin bağını tekrar düğümleyebilirdik.
Sonralığa ertelenmiş her şeyin adını şimdi koymak bıraktı bu tatsızlığı hançeremize. Benim adımı... ve sonra’nın. Hep’in ve asla’nın yani aynı zamanda. Buna karşı koyabilir ve bu bahaneyle tevâfuken yan yana bulunabilirdik.
Ölümünü düşündüğümüz bir çocuğun yüzünü sevmek gibi, duraksaması peşin doludizginliklere boyun eğebilirdik.
Kadere inansaydık, usulünce yenilmeyi de öğretirdik birbirimize, icat etmek yerine sarılmayı...
Kopmayı öğrenirdik belki, koparmak yerine fırtınayı.
İnansaydık yaşatmazlardı bizi ama yüzünü sevdiğimiz çocuklar ölümden sonra tekrar gelirdi bizi yaşatmak için. Ve adını ‘ben’ koyardık, sen ve biz.