Hava öyle bir ılıktı ki perdelere sarılıyor, uzun süre bırakıyor, tekrar sarılıyordu. Aslında bir radyom vardı ama bozulmuştu, uzun süredir dinleyemiyordum. Sonra evin o sessizliğini kırmak isteyişim geçmiyordu... 


Hızlı adımlarla gıcırdayan parkelere basıyordum, kapıya varınca kırmızı pabuçlarımı giyip çıktım. Merdivenlerden inmeye başladım. Bir basamak, bir basamak, tak tak tak... İşte böyle, ellerim korkuluklara dokunup kayıp giderken... Ve evet, çıktım. Bilirsiniz, buralar küçük yerlerdir, bilirsiniz, yollar taştandır. Nereden bilirsiniz? Tüh. Ahşap bir evden bir ses duydum ama belli belirsizdi. Biraz ağlamaydı, biraz türkü... Ağıttı bu, ağıttı. Ama tam seçmekte hala zorlanıyorum. Sanki bu ses gereklilikti bana, evimin değil, benim sakinliğimi bozuyordu, huysuzlanıyor, takip ediyordum. Sese yaklaştım, yaklaştıkça yandım. Kapıya vardım, kapıyı çalmadım. Biri ağlıyor, sonra türkü söylemeye devam ediyor. Yaşlı belli, sesi sigaradan kirlenmiş, yüreği yanıyor. Dayanamadım, kapıyı çaldım. Bir adam açtı kapıyı; saçları hafif kır, gözlerinde hüznü doğurup duruyordu. Sonra birkaç saniye birbirimize baktık... Ben, "Imm, ben şey, bir ses duy..." Parmaklarım birbirine saldırıp duruyor, aslında ne diyeceğim konusunda tedirginlik duyuyordum. O, "Hadi hadi, uğraşamam, işinize bakın lütfen." deyip kestirirken "Anneniz miydi acaba?" deyince daha da sinirleniyor, gözleri büyümeye başlıyordu. Daha sonra "Sen kimsin ya, nesin? Hadi işine bak kızım!" deyip tersledikten sonra kapıyı yüzüme çarptı hızlıca.

Ve geri döndüm oradan, radyomu yaptırıp duyduğum sesleri kestim. Bilirsiniz, bilir misiniz? İnsanlar acıları paylaşmak için küçük sevinçleri, hatta şarkıları... Sanki biraz paylaşıldı mı çürüyecek içi... Kısaca, paylaşmak zor artık. Paylaşmak yok artık. Sinirlenmiştim, bir merakın karşılığı kapının suratıma çarpması değildi hem. Aradan bir hafta geçmişti, unutmuştum her şeyi. Hızlıca yürüyor, okula yetişmeye çalışıyordum. Okulun önünde Osman ve Lale'nin kavga ettiğini görmüştüm ve ayırmak için biraz daha hızlanmıştım. İkisine de ceza verdim ve sınıfıma girdim. Okuldan çıkınca ne kadar yorucu bir gün olduğunu anımsayıp, hızlıca eve gidip o güzel kanepemde uzanmak istedim. Eve yaklaşmıştım ve yine o sesi duydum. Aslında oraya tekrar gitmeyecektim ama bu sesin beni hep bulması tuhaftı, ona çekiliyordum... Cesaretimi toplayıp kapıyı o yaşlının açması umudu ile çaldım. 

İşte Ferhan her şey böyle başladı.

Senin gözlerinin hüznü içime yayıldı. Kuyu oldun bana Ferhan. Bu kuyudan nasıl çıkılır bilmiyorum.


Ve kapıyı sen açtın. Gözlerin olduğundan biraz daha irileşmişti, içindeki tüm öfkenin sebebi yapabilirdin beni. Biliyorum Ferhan, senin için en kolayı bu olurdu. Eğer içindeki sevgiyi keşfetmeseydin... Bir adım atıp yaklaştın: ''Evet, yine ne oldu?''

Ben sanki ne olduğunu biliyorum Ferhan. Çıkmaya zulüm ediyordun sesime, sonra ''Çok üzgünüm, affedersiniz.'' deyip arkamı döndükten sonra iki saniye kapıda bekledin. Var gücümle arkamı dönüp ''Ne zalim insansınız, sadece içerideki sesi çok merak etmiştim. Birkaç kezdir duyuyorum ve içim ürperiyor ve arada fark ettiğim ağlama sesleri... Sadece görmek istemiştim.'' dedim. Evet, sana her şey saçma geliyordu, haklıydın. Hatta senin yerinde olsam belki ben de bunu saçma bulabilirdim.

Gözlerim dolu doluydu... Sanırım donuk kalbin buna dayanmadı. Bir kedi gibi sokulabilirdim sana. ''Buyurun, gelin lütfen.'' dedin ve sorgulamadın.

Ayaklarım nasıl kayıp gidiyordu bu yosunlu suda... Ben niye buradaydım?

Yine de girdim bu kapıdan, belki de içimdeki sayısız pencereyi açmak için...


Evde ahşaplarla dolu birçok nesne vardı. Kilimlerin birkaçı dokumaydı, daha önce rastlamadığım bir sessizlik vardı odada. O kadının sesi Ferhan'dan daha çok nesnelere değiyordu. Perdeler ağlamaktan solmuştu...Yüz kez birbirlerini arayıp bulamayan bu iki insan, bu evin içinde yitip gitmeyi normal sayıyordu.

Yine o kızgın sesiyle ''Orada işte, gidin, hevesinizi alın.'' deyip odasına kendisini hapsediyordu. Yavaşça yaklaştım, bir kanepenin üzerinde oturmuş, sigarasını içine çekiyor ve bırakıyordu. Benim sesimi, nefesimi bile fark etmedi. Bense tüm meraklarımı sırtlayıp gelmiştim. Evet, oturdum, ''Merhaba, nasılsınız? Sesinizi duydum ben... Çok dertli söylüyorsunuz. Sadece sizi görmek istemiştim. Birkaç kez denk gelince aslında çok merak ettim içimi cız ettiren bu sesin sahibini.''

Bütün laflar ağzıma tıkanmıştı.

Tüm içimden çıkan sözleri vurmuşlardı ve ben toy bir at gibi gözlerimi koşturup duruyordum.

İstenmiyordum, hatta iteleniyordum belki... Sadece izlemek istedim, sustum.

Sonra tekrar o türküyü söylemeye başladı. O an onun gerçekten yaşayan bir canlı olduğunu anlayabildim ancak. Dinledim. Tüylerime, derime, içime doluyordu. Onun kalan son gözyaşlarıydı belki de. Yanaklarından süzülüyor, derisinin derin yerlerine yerleşerek devam ediyordu...Yerimden kalktım ve ellerine vardım. Ellerini öptüm...

Bir şey hissetmiş midir, hiç bilmiyorum.

Artık gitmem gerekti, ben buraya ait değildim...

Ve artık kalkmıştım, beni kapıdan yolcu edecek kimse yoktu.

Bu evde kimse yoktu. Bu evde yaşayan kimse yoktu.