Ve şimdi evimdeyim...

Düşündüğüm de o evde yaşayan kimsenin olmadığına hayret ediyor, içimde oluşan o geceyi büyütüyordu adeta. Her şey çok garipti. O adam, o kadın...

Bu nasıl bir hayattı ve bu insanlar neden bu haldeydi? Evdeki her şeyle küsmüşlerdi.

Gözleri birbirine değmeden yaşayıp gidiyorlardı.

Bu yaşadığım şey beni çok etkiledi... Ama artık bunu kabullenmek istiyor, elimden geleni yaptığıma inanıyordum. Zaten orada ezilmiştim, ceza verilmiş, hatta yok sayılmıştım.


Evet, olayın üstünden on beş gün geçmişti. Unutmuştum bile belki. Günlerden salıydı, hazırlanıp çıkıyordum. Bir basamak, iki basamak, tak tak tak... İşte kapıdayım. Taşlı yollardan yürüyordum. Ve bir kalabalığa rast geldim. Çokça kalabalıktı ve ağlama sesleri vardı.

Evet, senin yasının başındayım, sen gözlerin kanlanmış, kapının eşiğinde anneni uğurluyorsun. Ben de yeni bulduğum bir sesi...

Kalabalıkları aşıp gelemem, zaten gelmemi istemezsin. Uzaktan izleyebilirim.

Sesim içime kaçmıştı, biraz uzaktan sessizce vedalaştım bu suskusunu içinde götüren kadını.

Türküsünü kendi sesinden mahrum bırakan, o yeni bulup kaybettiğim kadın...

Bu suskunun bir yeri var bu kalabalıkta, herkes bağırabilir, ağlayabilir...

Senin yerine ağlayabilir miyim?

İçindekileri bir poşet gibi boşaltabilir miyim?

Sallayabilir miyim meyvelerini?

Ellerinde keşfedebilir miyim hüznünün katılaşmış halini?

Evet, gittim oradan ama kendimle bir ağırlığı omuzlayarak.

Bu gün ne anlatmalıyım bu çocuklara?

Bir sesi kaybettiğimi mi? Evet, okuldan dönmüştüm...

Ben taşlara değil, taşlar bana basıyordu. Evlerinin bütün lambaları kapalıydı.

Cılız bir ışık vardı, mum ışığı olabilirdi.

Bu sessizliğe dokunmadım, hatta dokunsam çoğalacaktı bu sessizlik.


Aradan on beş gün geçmişti...

Ayaklarım bir sese değil, sessizliğe varmak için yürüyor, zamanı tanımıyordum.

Sonra kapıya vardım, bu kez cesaretim yoktu. Titrek ellerimle bir kez vurdum.

Ama sanki kapıda bekler gibi hızlıca açıldı kapı.

Gözlerime baktı ve bende onun gözlerine... Hiçbir şey demedi.

İçeri girdim.

Sesi bir iğne gibi battı sessizliğe ''Kahve içer misiniz?''

''Evet, kendine de yap lütfen." dedim, gülümsedi, mutfağa gitti.


Konuştuk, o adam ilk gördüğüm adam değildi. Sesi titriyor, yaralı bir kuş gibi kıvranıyordu. Ne yapabilirdim?

Sadece dinledim...

Bir yıl öncesin de kardeşini kaybetmiş Ferhan. Annesi bu acıya dayanamamış, sessizliğe gömülmüş, sadece o türküyü söyler dururmuş. Daha yeni taşınmışlar buraya, üç ay olmuş. Ferhan bu sessizliği bozamamış, kendi acısıyla annesinin acısını birlikte taşımış durmuş. Babayı çocukken kaybetmişler. Bununca kayıp için ne diyebilirim Ferhan?


Ben biri nasıl kaybedilir bilmiyorum Ferhan... Ve bunun için utanabilirim. Donuk yerlerinde daha da donabilirim.


Ve o günden sonra Ferhan'ın yaralarını sarmak için emek vermiştim.

Ferhan'la çok yakın olmuştuk, hatta bazı günler evimde değil, onun yanında kalıyor, uyumasını izliyordum.

O da bana alışmış, dallarıma tutunmuştu. Tenimde dolaşmış, içime akmıştı...

Kucağımda ısıtmıştım buz kesilen nefesini. Sesini keşfetmişti sesimde.

Ellerimin bir yeri olduğunu anlamıştım ellerinde. Çarşaflara bıraktığımız o tenimizin ılıklığına varmıştım.

Seni çok seviyorum Ferhan...


Böylece geçen beş ayın sonunda Ferhan'ın benden gizlediği bir şeyin varlığından haberdar olmuştum.

Kanser nüksetmişti, o gün benden bunu sakladığı için ona kızmış ve küsmüştüm.

Ama Ferhan, sana böylesine bağlanan, sana aşık olan beni görmüyor musun?

Nasıl eriyip gittiğimi anlamıyor musun?

Ağlamaktan bir şelale oluyordum ve evet, dönüp sana geliyordum Ferhan.

Kapıyı açtığında bir çocuk gibi heyecanlanıp beni kucaklamıştın.

Öpmüştüm, doğurmuştum seni. Büyütmüştüm kollarımda.

Ferhan, sevgilim...

Sensizlik sonum olabilir, anlıyor musun?