Yakın zamanda açıklanan 2021 Nobel Edebiyat Ödülü'nün kazananı Abdulrazak Gurnah isimli yazar oldu. Haruki Murakami, Milan Kundera ya da Margaret Atwood gibi geniş okur kitlelerine sahip duayen isimlerin daha çok konuşulduğu böyle bir platformda özellikle ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen "Zanzibarlı" (Tanzanya'nın Umman'la birleşmeden önceki parçası) bir yazarın bu ödüle layık görülmüş olması pek çok kişi gibi bende de merak uyandırdı. 


Sessizliğe Hayranlık isimli romanı, okumayı ilk tercih ettiğim eseri oldu. Kitabın konusu genç yaşta ülkesinden ve ailesinden ayrılıp İngiltere'ye yerleşen isimsiz bir anlatıcının her iki ülkedeki ailesi ve ilişkileri üzerine şekillendirilmiş. Toplamda üç bölümden oluşan kitap, meşhur prenses Pocahontas'ın sömürgeciler tarafından kendilerini parlatacak şekilde masallaştırılmış hikayesinin arka planındaki gerçekleri, yani Avrupalı aşkı uğruna kendi halkına ihanetini ve sonraki sefaletini hicvederek başlıyor. Çocukluğumuzdan itibaren hepimizin bilinçaltına ulaştırılmış olan bu masalın "beyaz adam" tarafından gerçekte olandan nasıl da farklı aktarıldığı romanın ilerleyişi için harika bir yol gösterici görevi görmüş. Romanın İngiltere'de geçen ilk bölümü de, tıpkı bu masallar gibi, özünde içerdiği çok katmanlı trajedilere rağmen neredeyse keyifli ve masalsı bir anlatım diline sahip. Zanzibar'da geçen ikinci bölümde ise ilk bölümde neredeyse eğlenceli, nükteli bir şekilde anlattığı her şey can acıtır hatta okuyucuya panik yaşatır vehamette bir hale bürünüyor. Bu arada, anlatıcı aynı hikayeyi iki farklı bölümde, birbiriyle tutarsız iki farklı şekilde anlatıyor ve okuyucuya "Hangisi doğru?" sorusunu sorduruyor. Her ne kadar önemsiz ve küçük gibi görünse de ayrıntıların hikayeyi ne kadar değiştirdiğini göstermek için (Pocahontas hikayesiyle de işaret etmek istediği gibi) yazarın denediği yol bu ve bence bu romanın sanat yanı en çok da burada vuku bulmuş. Ayrıca aşikar biçimde üstünde durmak istediği bu postyapısalcı teknik yaklaşım, Derrida'nın yapıbozum felsefesine de göz kırpmış.


Yazarın anlatıcıyı isimsiz bırakmasının ilk sebebinin, evrak üzerinde olmasa bile özlük bilincinde haymatlos olanların (yahut yazarın ifade tercihine göre persona non grataların) kimlik arayışına gönderme olabileceği yargısı oluşsa da hikayeyi okudukça tek sebebin bu olmadığı, anlatıcının aslında bir vakitler İngiltere'nin sömürgesi konumunda olan Zanzibar halkının alegorik bir yansıması olduğu (çünkü tek bir kişi değil) ve bu nedenle de isimsiz bırakıldığı söylenebilir. Zira anlatıcı her fırsatta kendinden kalbi haşat olmuş ve "gelişimini tamamlayamamış" bir öğretmen olarak bahseder. Kendisi, İngiliz eşi ile birleşmesinden doğan geleceğin melezini (görüntüde özgürlükçü entelektüel ama içten içe özünü, geçmişini, geldiği yeri küçümseyen yeni nesil) büyütür ve onunla boğuşurken her iki bölümde ayrı ayrı tasvir ettiği büyük ailesi de kendi ülkesindeki yöneticileri, bu yöneticilerin değişikliklerini ve her iki yerde (İngiltere ve Zanzibar'da) bütün bunların algılanışındaki farklılıklara değinmeyi hedefliyor.


Açmak gerekirse; benim hikaye boyunca sömürgecilerin alegorisi olarak algıladığım ilk bölümdeki dayı karakteri karşımıza bir kurtarıcı rolündeki zengin kaçakçı tüccar olarak çıkarken ikinci bölümde aynı kişiyi anlatıcının annesinin (anavatan alegorisi) zaafiyetini, muhtaçlığını iyilik perdesi altında -belki de gerçekten iyilik yapmak için, bunun kesin bir yargısını sunmaktan ustalıklı biçimde kaçınmış yazar lakin sorgulatmaktan da geri durmamış- sömürmüş ve anlatıcıdan içten içe nefret eden bir üvey babaya dönüşüyor. Yahut ilk bölümdeki öz baba figürü (ya da ülkenin öz yönetimi) henüz ''gelişimini tamamlayamamış'' bir öğretmenlik öğrencisi, kendi kendine yetmeyen bir sığınmacı kisvesi altında sunulurken ikinci bölümde aynı karakter korkup kaçan ve onları kaderlerine terk eden bir figüre dönüşüyor.


Hikayenin bir yerinde benzer bir başka ismin geçmesi üzerine biraz bu ismi araştırdım ve Zanzibar'ın 8. sultanı olan ve birkaç yıl içinde kendi isteğiyle tahtı bıraktığından başka hakkında pek bir bilgi olmayan Ali bin Hamud ismine ulaştım. Belli ki baba figürü bir yerde bu 20'lerinin başındaki "henüz gelişimini tamamlayamamış", batıda yetişmiş ve batının hayranı olmuş; inceliklerin, rafine zevklerin olmadığı ve bunları paylaşamadığı, zor, kaba ve geri kalmış zihniyetlerle dolu bir ülkenin yönetimini üstlenmek yerine ülkesini bırakıp batının refahına kaçan genç ve kibar sultanın hikayesini işaret ediyor.

İnternette hakkında yaptığım araştırmalar da tıpkı hikayenin işaret ettiği gibi birbirinden farklı ve bölük az sayıda sonuca çıkıyor. Bir yerde adının yanına ''devrik'' nitelemesi iliştirilmişken bir başka yerde hastalık nedeniyle yönetimden el çektirildiğinden bahsediliyor. Romanda annesine öz babasının akıbetini soran anlatıcıya annesi bu konuyla ilgili "Senin onunla ilgili hiçbir şeyi öğrenmeni istemediğim için ona dair ne varsa yok ettim," demektedir. Yazar belki de burada bu konu hakkındaki bilinmezlik ve bilgisizliğin bir rastlantı olmadığının altını çizmiş. Ayrıca İngilizler'in bölgeye temsilci yönetici(!) ve valileri atamaları (yani her şeyin başlangıcı) da Ali bin Hamud'un yönetimden çekildiği döneme denk geliyor.


Romanın uçakta (ya da diğer araftakilerle birlikte hiçbir yerde) geçen üçüncü bölümü tarihsel açıdan bütün bu olan bitenin ve sonuçlarının kritiğini gelişmekte olan diğer ülkeleri de kapsayarak yapmaya çalışır nitelikte. Yani, gelişimini tamamlayamamış bu öğretmen, bütün gelişmekte olan öğrencilerine kendi üzerinden yol göstermek için elinden geleni ustalıklı biçimde sunarak misyonunu yerine getirmeyi hedeflemiş ve bence başarılı da olmuş. Tabii anlamak ve gelişimini tamamlamak isteyene.