Denizin dalgaları bana on dakikadır ninni söylüyor, ferah ve temiz kokusuysa annemi hatırlatıyordu. Küçükken kız kardeşimle annemin kıyafetlerini deneyip onun makyaj malzemeleriyle birbirimizi süslerdik, topuklu ayakkabılarını giyip defile düzenlerdik. Parfümlerini sıkıp birbirimizi koklardık. Tıpkı bu koku gibiydi işte o koku, en az bu kadar soğuk ve ferahtı. Küçüklüğüme ait bu anılar bazen bana güç verirken bazen beni karanlığa hapsediyordu.
1999 yılı. Tüm detaylarını hatırladığım günüm. On beş sene oldu. On yedi yaşındaydım. Yaşadığımız yer dünyada harika bulduğum her şeyi üzerinde toplamıştı. Sahile dizili evler, küçük çocukların cıvıltıları, mısırcılar, rengarenk ışıklar, dans eden insanlar, problemsiz problemler…
Annem moda dergilerinden fırlamışa benzer yüzüyle bizi kahvaltıya çağırıyordu. Gıdıklıyordu, öpüyordu, güzel olmayan sesiyle güzel şarkılar söylüyordu. Nedense güzel olmayan her şeyi güzelleştiriyordu. Kusurların kusursuz haliydi. Babam bahçede gazetesini okuyordu. Pijamalarımızla kahvaltıya indik. Bahçede kocaman bir masa kurulmuştu. Denizden gelen yosun kokusu sıcak havayla bütünleşip kahvaltımıza eşlik edecekti birazdan.
Annem elindeki çay bardaklarını kız kardeşime uzattı. O da güzel bir şekilde masaya dizdi. O kadar şekilli dizmişti ki masanın görünümü şekil örüntüsünü andırıyordu.
Benim kutlama kahvaltımdı bu. Küçüklüğümden beri girmek istediğim müzik okuluna kabul edilmiştim.
Komşumuz Gülbahar teyze ve kocası Metin amca ellerinde, hediye olduğunu fazla belli eden iki paketle bize doğru geliyordu. Gülbahar teyzenin yaşlı suratı ruhuna hiç yakışmıyordu. Gülümsemekten göz ve ağız kenarları buruş buruş olmuştu. Şişman bedeni de bir o kadar kırışıktı. Fazla abartılı kıyafetleri ten rengiyle aynı renkteydi ve bedeniyle bütünleşmişti. Metin amca ise Gülbahar teyzenin tam tersi, huysuz ve sinirli bir adamdı. Metin amca onun üçüncü evliliğiydi. Ama en uzun süren evliliğiydi aynı zamanda.
“Tatlım, ne güzel bir kahvaltı bu!”
Anneme sarılıp sandalyeye oturan Gülbahar teyze masaya çikolata parçacıklı kurabiyelerini bırakarak bir ekleme yapmıştı. Şekil örüntüsünü bozduğu için ona ters ters bakan kız kardeşim Eda’nın bacağını masanın altından cimcikledim. Bu onun bakışlarını Gülbahar teyzeden çekmesine yetmişti. “Eda’nın yardımıyla yaptım. Değil mi kızım?” Masaya tek katkısı simetrik şekil örüntüsü oluşturmak olan Eda’nın bu durum hoşuna gitmiş olmalıydı ki anneme öpücük attı. “Aferin Edaya. Artık genç kız oldu. Yapacak tabii.” Gülbahar teyzenin yaş belirtip ardından ‘yapacak tabii’ tabirini kullanması her seferinde Eda’nın sinirini zıplatıyordu.
Annem beni alnımdan öpüp Gülbahar teyzenin yanına oturdu. “Nazkuşum kazanmışsın okulu. O kadar sevindim ki….” Gülbahar teyze tüm isimlerin yanına illa ‘kuşum’ eklemesini yapardı. Onu kafamı sallayarak onayladıktan hemen sonra gülümsedim. Patates kızartması o kadar güzel kokuyordu ki o günden sonra o kokuyu hiçbir zaman o gün sevdiğim kadar sevemedim.
“Metin, kızların hediyesini versene.” diyerek Metin amcaya paketleri işaret etti. Metin amca kenardaki paketleri çıkartıp bana uzattı. “Naz bu senin, bu da Edakuşun.” Edaya da küçük bir paket uzattı. Hediyeleşmenin ne güzel bir jest olduğunu düşündüm o an. Bir insanı önemseyip ona bir parça veriyorsun. Senin zevkin onun bir parçası oluyor. “E açmayacak mısın Naz?” dedi annem. Paketi yavaşça açtım. İnsanların verdiği hediyelerin paketlerini açarken paketi yırtmamak için ayrıca bir çaba sarf ediyordum. Sanki paketi yırtarsam üzüleceklermiş gibi. Paketin içinden askılı, sarı ve çiçekli bir elbise çıktı. Aslında şaşırmıştım. Gülbahar teyzenin zevkine göre fazla gösterişsiz ve sadeydi. Oldukça beğenmiştim. “Eminim çok yakışır. Ege’yle buluşurken giyersin” dedi Gülbahar teyze sarı saçlarını gözünün önünden çekerken. Bir de göz kırptı. “Ne Ege’si?” dedi babam gazetesini yüzünden çekip. Hepimiz gülüştük. “Teşekkür ederim. Bu çok güzel bir hediye.” Annem ikinci çayları koyarken Gülbahar teyze de cep aynasından kendisine bakıyordu. “Metin amcan seçti.” Açıkçası Gülbahar teyzenin seçmediği çok belliydi zaten. Ama Metin amcanın vaktini buna ayırması da enteresan gelmişti. “Teşekkür ederim Metin amca.” Metin amca somurtkan suratına yapmacık bir gülümse yapıştırıp “Rica ederim.” dedi. Onlara karşı içimde farklı bir sevgi vardı. “Giysene.” dediler annemle Gülbahar teyze aynı anda. “Birazdan giyeceğim.” dedim. “Eda sen de aç kızım hediyeni.” dedi annem Eda’yı koluyla dürterek. Eda paketi yırtarak açtı. İçinden pembe kapaklı bir kitap çıktı. İsmi de "Bir Genç Kızın Günlüğü"ydü. Eda’ya sinsi bir gülüş attım. Asla onun okuyacağı tarzdan bir kitap değildi. En son okuduğu kitap Naziler hakkındaydı. On beş yaşındaki bir kıza göre fazla iddialı şeyler okuyordu. “Bunu da sen mi seçtin Metin?” dedi babam alaycı kahkahasıyla. Metin amcanın bu alaycı soruya ters bakış sergilemesi hepimizi güldürmüştü. “Yok, ben seçtim Murat Bey.” dedi Gülbahar teyze. Eda bir kitaba bir de Gülbahar teyzeye bakıp “Belli, belli.” dedi. Bu da hepimizi güldürmeye yetmişti. Ne çok gülüyorduk. Ne mutluyduk. Etraftaki sesler birbiriyle bütünleşmişti. Arabalar, insanlar, seksek oynayan çocuklar, gülüşlerimiz, martılar…
“Naz, telefon çalıyor sanırım içeriden. Bakar mısın?” Parmak arası terliklerimi çıkartıp salonun balkon kapısından içeri attım kendimi. Vitrine koşup çalmayı bırakmadan telefonu açtım.
“Alo.”
“Naz, sen misin?” Telefondaki Ege’ydi. Onun sesini duymak beni çok heyecanlandırıyordu. Ama bazen ev telefonundan araması geriyordu. Çünkü birkaç sefer babamın açtığını fark edip korkup telefonu kapatmış.
“Evet. Gülbahar teyzeler bizde. Kutlama kahvaltısı yapacaktık ya bahsetmiştim sana. Birazdan evden çıkacağım. Ve söz veriyorum bu sefer seni bekletmeyeceğim.”
“Tamam.”
Telefonu kapatıp önce annemden mavi paketi uzatmasını istedim. Ardından odama gidip sarı elbiseyi giyip açık kumral saçlarımı taradım. Direkt evden çıktım ve sahile yürüdüm.
Gittiğimde Ege kenarda beni bekliyordu. “Hani bekletmeyecektin.” Gülerken çekik gözlerinin kısılması suratında harika bir aksesuarı andırıyordu. “Affedersin.” Beraber her zaman oturduğumuz banka oturduk. Ege’nin üzerinde sanki elbiseme özellikle uydurmuş gibi görünen sarı bir tişört vardı.
“Sana bir hediyem var.” Cebinden bir şey çıkartıp avucumun içine koydu. Hissiyatından bir takı olduğunu ayırt etmiştim. Avucumu yavaşça açtım. Bir kolyeydi. Bedenime göre fazla uzun bir kolyeydi. Beşgen bir ucu vardı. Ne anlama geldiğini bilmesem de çok hoşuma gitmişti.
“Ben yaptım.” dedi. Böyle şeyleri yaparken eğleniyordu. Benim aksime el becerileri fazla gelişmişti. Kolyeyi kafamdan geçirip taktım ve elbisemin içine koydum. Ege gözlerini ayırmadan bakıyordu. O böyle baktığında aklından neler geçtiğini merak ediyordum. Bileğimdeki tokayı çıkartıp onun bileğine taktım.
Beraber akşama kadar sohbet ettik. Çocukluk anılarımızı konuşup birbirimizle dalga geçtik. Eve dönme vaktim geldiğinde Ege suratıma bakıp bana “Naz, sen benim için çok özel birisin.” dedi. Ona sarıldım. Ondan hep aldığım yumuşatıcı ve teninin kokusu yine burnuma geldi.
Eve döndüğümde Gülbahar teyzeler hâlâ bizdeydi. Eski fotoğraflara bakıyorlardı. Onların aktivitelerine eşlik ettim. Çok sıcak bir akşamdı. Gökyüzü o kadar yıldızlıydı ki daha önce yıldızlar hiç o gün olduğu kadar parlamamıştı. O günden sonra da parlamayacaktı zaten. Hava kararmış olmasına rağmen hâlâ gökyüzünde kızıllık vardı. Sanki bir tabloydu bu görüntü ve bir şey ifade etmek isteniyordu. Ressam çok uğraşmış olmalıydı.
Gülbahar teyzeler gittiklerinde saat gece on ikiyi geçiyordu. Hemen sonra hepimiz uyumak için odalarımıza dağılmıştık. O kadar yorulmuştum ki direkt uyuyakalmıştım. Gece bir çığlık duydum. Uyandım. Uyanmak hiç o kadar kötü hissettirmemişti. Sallanıyorduk. Ayağa kalktım. Çığlık annemindi. Ne dediğini anlayamıyordum. O kadar gürültülü bir ses vardı ki. Duvardan duvara uçuyordum. Korkuyordum, vücudum buz gibi olmuştu. “Anne ne oluyor? Yardım et.” Ağlayarak çığlık atmaya başladım. O kadar korkmuştum ki sesim kesilmişti ve bağırmama engel oluyordu. “Naz deprem oluyor. Buraya gel koş.” En uzak oda benimkiydi. Sanki dev bir varlık evimizi tutup çalkalıyordu bizi. Bacaklarım o kadar titriyordu ki yanlarına gidemiyordum. Eşyalar teker teker önüme yıkılıyordu. Dışarıdan çığlık sesleri geliyordu. “Edaa, neredesin?” Ses yok. Sessizlik hiç o kadar canımı yakmamıştı.
“Anne gelemiyorum.” Her ilerleyişimde bir parça daha çöküyordu. Etraf toz içindeydi. Siyahın en karanlık tonuydu görünen tek şey. Annem çığlık atmayı bırakmıyordu. Babam koridorda yanıma gelmeye çalışıyordu. Sesini bir uzakta bir yakınımda duyuyordum. Her hareketinde ev tamamen yıkılacak gibi hissediyordum. Ölümün sıcaklığını hissediyordum. Geziniyordu koridorumuzda ölüm. Kıyamet kopuyordu. Babam beni kolumdan çekip annemin yanına fırlattı. Eda neredeydi? “Murat, Eda’yı bul.” Annemin titreyen ağlamaklı sesi bu sefer kusurları örtmüyordu. Her şey fazla çirkindi. Yalın ayak dışarı çıkmaya çalışıyorduk. Babam çöken kenarlardan kız kardeşimi arıyordu. Annem beni kırık merdivenlere çekerken bir ses duydum. Sese doğru yürüyordum. Çok şiddetli sallanıyorduk. “Naz, Naz, Naz bu… buradayım.” Eda o kadar korkmuştu ki sesini kullanamıyordu. Annem Eda’yı görünce rahatlayıp bize bağırarak “Çıkın. Dışarı çıkın.” dedi. “Anne, baba siz de gelin.” Annem titreyen bacaklarını yürütmeye çalışıyordu. “Koşun siz, geliyoruz.” Eda’nın elinden tutup çöken tavanların arasından çıktık. Toz ve duman tüm şehri sarmıştı.
Dışarı çıktığımda herkes gecelikli, çıplak, yarı çıplaktı. Kendime ve Eda’ya baktım. İkimiz de yalın ayak ve gecelikliydik. Herkes ailesine sesleniyordu. Toprağın altından sesler geliyordu.
Çok şiddetli bir ses daha duyduk. Ayrıca arkamızdan geliyordu. Evimizden. Evimiz çökmüştü. Hiçbir şey görünmüyordu. Annem ve babam içerideydi. Kalbimde bir acı hissettim. Kendimi yere atıp “Anne!” diye bağırdım. Ses gelmiyordu. “Eda, annemler nerede?” Eda konuşmuyordu. Eda’yı şiddetlice dürtüyordum. Kalkıp çöken evimize doğru ilerledim. Deprem devam ediyordu.
Gülbahar teyze bize doğru koşuyordu. “Naz, buraya gel.” Annem ve babamı bulmalıydım. “Anne… Babaaaa!” Bağrışlarım hep cevapsızdı. Onlara ne olmuştu. Gülbahar teyze beni tutup kendine itmeye çalışıyordu. Ben annem ve babamı bulamıyordum. Onlar yoktu. Annem ve babam yoktu. Yoklardı. Annem ve babam yoklardı. Annem ve bab…
Sabaha karşı halen enkazın altından sesler geliyordu. Çalar saat sesleri, insan çığlıkları, bebek ağlamaları.
O gün hayatımın hapishaneye döneceğini bilmiyordum. Aniden büyümem gerekmişti. Annem ve babam ölmüşlerdi. Eda o günden sonra hiç konuşmadı. Teyzem apar topar bizi aldı ve İstanbul’daki evine götürdü. Ege’ye bir daha hiç ulaşamadım. Arkadaşlarımın bazıları öldü, bazıları hâlâ hayatta. Komşularımızı bir daha hiç görmedik. O sarı elbiseyi bir daha hiç giyemedim. Annemin gülüşünü, kokusunu, mavi gözlerini hiç göremedim. Babamın komik olmayan şakalarını işitemedim.
Otuz iki yaşındayım. Hayatım o gün bir anda karardı. Meğer o gün gökyüzündeki kızıllık kanı sembol ediyormuş. Annem ve babamın kanını. Bir sürü insanın kanını. Kendi hapishaneme girmiştim o gün.
Teyzem annemin kokusuna sahip değildi belki ama annem gibi kolladı bizi. Kendi çocuğu olmadığı için bizi kendi çocuğu gibi görüyordu. Eda’yı senelerce konuşturmaya çalıştı, başaramadı. Ama hiç yılmadı. Benim her anımda yanımda oldu. Senelerce psikoloğa götürdü bizi.
Bana en iyi hocalardan piyano dersi aldırdı yıllarca. Şu an bir besteciyim. Film ve dizi müzikleri yapıyorum. Çok şey borçluydum.
* * *
Senelerce her gün aynı günü gördüm rüyamda. Psikoloğum yıllarca bana yüzleşmem gerektiğini, hapishaneden çıkıp özgürleşmem gerektiğini, yüzleşmem gerektiğini söyledi. Kendimde hiçbir zaman bu gücü bulamadım. Ama artık hazırdım. Kendimi hapsettiğim, çocukluğumu, anılarımı bıraktığım kanlı kenti görmeliydim.
Vapurdan inip zirveye doğru ilerledim. Hem beni tutsak eden hem de bana umut veren zirveye. Annemin çığlıklarını mahalleye yürüdükçe daha fazla duyuyordum. Ne çok değişmişti her şey. Yeni binalar inşa edilmişti. Çocuklar artık sokakta oynamıyorlardı. O kadar çok bina vardı ki hiç bizim mahallemize benzemiyordu burası. Evimizin yerine başka bir bina yapmışlardı. Simsiyah ve balkonu olmayan kapkaranlık bir bina. Anılarımın bazılarını yıkıp kalanları siyaha boyamışlardı. Gözlerimden akan damlaları elimden tersiyle sildim. Boğazım düğümlenmişti.
Sahile doğru yürüdüm. Sahil çok değişmişti, benim kasabam değildi burası. Denizin konumu farklıydı, insanlar farklıydı. Ege’yle oturduğumuz bank artık yoktu. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı, ben de olamamıştım. Kenarda bir yere çöküp etrafı incelemeye başladım. Gözyaşlarım akmayı bıraksa da boğazımın düğümü çözülmüyordu. Kalkıp sahil boyu yürüdüm. Annemle buranın plajında denize girerdik. Babam bize vanilyalı dondurma alırdı. Eda bülbül gibiydi. Okuduğu kitapları anlatıp dururdu. On yediydim büyüdüğümde.
Kevser Karakaş
2021-10-20T10:58:05+03:00Deprem ve ölüm kısmı biraz hızlı geçmiş gibi gelse de bana, güzel bir öyküydü. Sondaki "eda bülbül gibiydi" cümlesi cidden içime dokundu. Hissi geçirebilmişsiniz, kaleminize sağlık. Ve aramıza hoş geldiniz 🌿