Sana yazmayalı uzun zaman oldu. 1 ay falan olmuştur belki. Arada açıp okuduğum zaman aklıma geliyorsun, birkaç sayfan kalmış son nefesini vermene. Aslında içim biraz boş, ne yazacağımı bilmiyorum ama başlayan her şey bir sonu hak eder ve sen de fazlasıyla güzel bir sonu hak ediyorsun fakat üzgünüm, sana bir son verebilsem bile bu güzel bir son olmayacak. Neden? Çok mu kötü bir hayatım var? Bir ailem mi yok? Bir evim, kolum, bacağım mı yok? Hayır, sahibim. Her şeye sahibim. Hayatım harika değil belki ama kötü bir hayat da değil. Çok mu acı çektim? Dünyadaki tüm insanlarla karşılaştırdığımda hissettiğim acılar küçük bir ısırık olarak kalıyor çünkü dev acılara şahitlik ettim, sahiplik yaptıklarımsa o dev acıların küçük kardeşleriydi. Hep içimde yaşadım. Acıyı seven biri olarak itiraf ediyorum ki o acıları hep ben besledim. Kendi ellerimle ve hiçbir baskı altında kalmadan yaptım bunu. O kardeşleri ben büyüttüm. Acı çekmeyi seviyordum çünkü hayatım her zaman düz bir çizgide ilerliyordu, her şey öyle aynıydı ki... Seviyordum, sevilmiyordum. Kendimi bir an çirkin buluyor, bir an özgüvenle doluyordum. Onca çabayla kazanıyor ve sonra bir anda, yalnızca göz açıp kapamamla kaybediyordum elimdekini. Öfkeleniyordum. Biraz olsun hissetmediklerimi hissetmek, bir an olsun hevesli heyecanları gram kaybetme korkusu olmadan tatmak için kitaplar okuyordum. Soluksuz şarkılar dinliyor, bilmediğim sözlere bağıra bağıra eşlik ediyordum, kafamın içindeki o çığlıkları bastırmak için. Bir an mutluydum, bir an ölesiye mutsuz. Sözler veriyordum kendime, kendimle beraber unutup gidiyordum uzaklara, dönüş yolumsa her zaman dikenli ve çakıl taşlarıyla dolu oluyordu. Düşüyor ve kanatıyordum dizlerimi. Bir şeylerden ve birilerinden vazgeçmemek uğruna kendimden vazgeçiyordum her zaman. Kalkıyordum ve titriyordu dizlerim. Kurduğum hayallerin ulaşılmazlığı kırıyordu ilham perilerimin kanatlarını, açıyordum gözlerimi. Sonra kitabın son sayfasına geliyordum, şarkım da bitiyordu. Gündüz oluyordu ve uyanıyordum uykumdan. Yüzümü yıkıyordum, üstümü giyiniyordum ve 4 yıldır her gün yürüdüğüm o yolu yürüyordum sessizce. Her gün girdiğim kapılardan giriyor, her gün gördüğüm insanları görüyor ve her gün oturduğum o yerlerde oturuyordum. Benim için özel olan birkaç insanın yanıydı uğrak yerim, her gün güldüğümüz şeylere gülüyor, arada yenilerini ekliyorduk yanlarına. Sıradan insanlarla tanışıyor, sıradan cümleler duyuyordum onlardan. Bazılarının sıradanlığı canımı sıkarken, bazılarının sıradanlığı paramparça ediyordu kalbimi. İçimdeki çocuğu ne kadar uyarırsam uyarayım kendisine bir şeker, bir çikolata veren tüm yabancıların elinden tutuyor ve gidiyordu hiç bilmediği yerlere. Hiç bilmediği yerlerinden de kırılabileceğini öğreniyordu sonradan. Hiç bilmediği ve hiç ummadığı. Yediği çikolatayı kusmak istiyordu, şekerin yaydığı o tat; dilini, dudaklarını öyle bir yakıyordu ki ne kadar su içerse içsin geçmiyordu o amansız acı tadı. Çünkü o acı dudağından veya damağından değil, kalbinden geliyordu. Ona "Ben sana demiştim kızım." diyemiyordum. Büyümekten korka korka büyüyordu ve kayboluyordu içimde. Saklambaç oynarken nasıl ve nerede saklanacağını iyi öğretmiştim ona çünkü, benden öyle güzel saklanıyordu ki bir daha bulamıyordum onu. Bir yabancıyı daha bekliyordum, ona bir şeker ya da çikolatadan çok daha gerçek şeyler sunabilecek bir yabancıyı... Mesela kalbini, mesela çok sevdiği bir oyuncağını ya da her gece hayalini kurarak uyuduğu o pespembe, sihirli hayal dünyasını...


Dünya siyah oluyordu. Yabancı hiç gelmiyordu ve içimdeki kız çocuğu ölüyordu açlıktan. Bedeni değildi zayıflayan, ruhuydu. Açlığını hissettiği şey yemek değildi, sevgiydi. Sevgi ve umuttu onu öldüren. Sevgisizlik ve umutsuzluk. 17 yaşıma giriyordum. Bana bir şeyler öğreten, bana dersler veren yalnızca öğretmenlerim ya da anne babam olmuyordu. Sayı saymayı, geçmiş zaman ekini ya da kırılmanın yalnızca bedensel olmadığını öğreniyordum başkalarından. Hayatımdan çıkıp giden insanları saymak öğretiyordu bana üçü, beşi ve daha fazlasını. Güzel olan her anıma gelen ''-di'' ekiyle anlıyordum geçmiş zamanı, kalbimin kırıklarını saymayı ise asla beceremiyordum. Bedenimden kırdığım o beş kemiğin izleri hiçbir zaman geçmiyordu. Hissettiğim tüm bu acıların bana kattığı güzel birkaç şey de oluyordu, yazıyordum, kalemim kırılıyordu. Anlıyordum, ayılıyordum sonra, unutuyordum. Bir kitap kurguluyordum, öldürüyordum tüm iyileri, kötüler zaten katlediyorlardı birbirlerini. Bir erkek aşık oluyordu bir kadına, içiyor ve unutuyordu. Bir kadın aşık oluyordu bir erkeğe, ölüyor fakat yine de hatırlıyordu. Galata Kulesi yıkılıyor, Kız Kulesi batıyordu derinlere, unutuluyordu efsaneler ve ben hatırlıyordum. Annemin gözyaşlarını silmek için uzanıyordu ellerim, babam unutuyordu bizi. Bir evin duvarları gebe kalıyordu sevgisizliğe, ikiz doğuruyordu sonra. O evde kimse kahkaha atamıyordu bir daha. Rengarenk çarşaflar eskiyor ve soluyordu beyazları, sık sık ziyaret edilen Ayşe teyze ölüyordu. Bir cenaze daha kalkıyordu onun yanında, mezara gömülen bir beden değil, koskoca bir geçmiş oluyordu. Adım İkra, 19 yaşındayım. Yazdığım tüm kitapların başkarakterlerini, kendimden kopardığım parçalarla yarattım. Acılarımdan hiçbir zaman kaçmadım, birini sevmek ve kalbimi bir şeyler uğruna kırmaktan bir kez bile gocunmadım. Adım o veya bu, artık fark etmez, sana veda ediyorum sevgili defter. Tek bir cümlelik nefesin kaldı, duy beni. Seni seviyorum, her şey için teşekkürler, kendine iyi bak ve hatırla beni.