Yaşadığımız bir mahalle vardı; tüm kapılar sokağa açılırdı ve sabahları mis gibi kızarmış ekmek kokardı; sisi, dumanı çekerdik ciğerlere... onun o burnu yakan kokusu, günün aydığını, yaşadığımı hissettirirdi. Ağacı, tozu, toprağı boldu; yazın yığılırdı kapılara dev gibi koca koca kaya kömürler; birlikte kırılır, kömürlüklere atılırdı... kan ter içinde kalınsa da sonrasında beraber içilen yorgunluk çayı bir başkaydı. Dut ağaçlarının altına sofra bezleri serilir, ağaçları sallayıp dutların yağmurunu izlerdik, en tatlı çocukluk anımdı.

Biz çocuklar babalarının her gün gidişini ve gelişini izlerdik, sessizce, merdiven üstünde.

Arkadaşım vardı o da beklerdi; adı Çiçek ama ben ona şimdi ölmezotu diyorum... şifası kendinde ama şifacısını arayan; naif, hüzünlü yüzü ve buğday tarlası gözleri vardı, bir de hayalleri. Güzel sofralar kurardı sini üzerinde yemekler yerdik sonra kapı çalınırdı arkası kırılmış çarşamba ayakkabılarıyla babası girerdi içeri. Çarşamba'da ayakkabılar yüksek olmalı ve ses çıkarmalıydı yoksa adamdan saymazlardı. Çiçek hep naif gülümserdi başı önde; ama içinde hayatı dolu dolu yaşamak isteyen aykırı, güçlü bir kadın vardı. Çiçek varmadan 19‘una gelin oldu… hayalleri beyazların içinde, o buruk gülüşünde kaldı. Yapmak istediği çok şey vardı, o buruk gülüşüyle anlatırdı… ben anlardım. Güzeldi, çok güzeldi… aydınlık yarınlar gibi güzel, öyle ki çok kıskanırlardı o hüzünlü yüzünü herkes. Sığamadı bu dünyaya, sığdıramadılar.

Ayıptı, yasaktı ona her şey; gençliği elinden kayıp giderken, dağ gibi sorunlar ve bebeler girdi hayatına. Farklı bir dile, farklı bir kültüre hemen adapte oldu. Güzel gülüşünü kim soldurdu, neden soldu bilemeden bir gün hayattan kopuşunu duyduk.

İnce bir sızı, sessiz bir çığlık, söylenemeyen sözler, o buruk bakış ve kahkahalarımız lisedeki sıralarda kaldı. Yüreğine oturan ağırlığı, heveslerini kıran onca şeyi bilemeden, göçüp gittin.

Bu gidiş sana yakışmadı Çiçek, sen çiçektin hep açmalıydın, hep doğmalıydın. Her gün, inadına, iştahla…