İnsanın içi bir girdap. Uzun süre etrafında dolaşınca düşmem sanıyorsun. Etrafında dolaşmak da içine düşmekle aynı şeymiş. Kurtulamıyorsun. İçin bi köy okulu sobası gibi sadece kendini ısıtan, her yerin kömüre bulanmış kalıyorsun.

Sana asla kızmadım, biliyorsun. Anneme asla kızmadım, bence o da biliyor. Bu defa hayatın böyle bir yer olmasına da kızmadım. Aldatılmama, işe geç kalmama, kargomun gelmemesine… Kızmadım yani gerçekten. Böyle kristal bir avizeymişim de sanki parçalarım etrafa dökülmüş, çıplak kalmışım gibi hissettim, belki. Hani sadece savrulamıyor oluşuma, ‘‘Aman olur bir şekilde…’’ derken olmayacağından emin oluşuma içerledim.Belki bu kadar büyük bir doygunluğun, sinmişliğin, kendi hâlinde olmaya itilişin ortasına düşmem vurdu.

Kimi çocuklar resimlerinde benimle kendilerini kocaman bir gökkuşağının içinde çiziyorlar. Renklerin içinde hapsolmuşuz gibi.En içe boyadığı renkten yapıyor mesela elbisemi. Ben onun bi rengi olduğumu düşünüyorum o zaman. Bir çocuk olamayışım mı kırıyor beni bu kadar yoksa kimseyi bi renk olarak görüp hayatıma katamayacak olmam mı?

Bi mahalle kenarında bakkalın önünde son cipsi yeme telaşı saramayacak bundan sonra beni ya, ona mı içerliyorum; yediğime içtiğime lanet ettiğime mi? Artık çocuk olamayacak olmak mı yoruyor insanı böyle büyük büyük? Ne bileyim…

Sana gelmeye çalışmadım. Konuşacak bir şeyimiz kalmamıştı. Anneme de gitmedim çünkü onunla da konuşulacak şeyler yaşamadık. Ben kendimle de konuşmam, konuşulacak insan değilim. Çiçeklerim kurudu. Tatile çıkarken su verebilecek biri var mıdır diye düşünmedim bile. Ben onları haftada bir sularken seviyorum sandım. O çiçekleri hak etseydim şimdi mis gibi açıyorlardı.

Sızlanmayı bile hak etmek gerekiyor İsmail. Sen böyle uzun uzun anlatırken uykum geliyor, ne diyorduk? Köy sobası. Şimdi bir köy sobası olmak vardı hiç olmazsa kendini ısıtan, üstü başı kömür karası.

O zaman, ellerini uzatarak gelirlerdi belki üzerimize.