Bir ikindi vakti parçalarımı topluyorum. Savurduğum tüm yaşam olasılıklarını gözden geçiriyorum birer birer. İlerleme yok, hep bıraktığım yerde buluyorum kendimi. Eksiği arıyorum, ben de bulunmayan hayatı. Karşımda duran duvarlar beni dışarının soğukluğundan, arayışından, yitirişinden korumak için var. Masamda dizili kitaplar beni hazırlamak, büyütmek, doldurmak için var. Okunacaklar bir gün, buna niyet ediyorum, sayfaları karıştırmaya dahi gücüm yok. Elim boşluğu bırakmalı kitaba odaklanıp çekmeli diğer elimle onu kavramalı kapak açılmalı iki üç parmakla sayfalar arasında gidilmeli, eylem, sürekli bir yapılmalı hali. Şimdiden tükendim. Anımsamaktan ve anımsananı yazmaktan başka hiçbir harekette bulunamam.

Evden çıkıyorum, şu an değil, çok önce. Bu yerden, bu halden daha başka bir anda. Soğuk bir şehirde gezindiğim bir anı bu. Henüz tükenmediğim, durmadan cevaplar aradığım, umutla savrulduğum bir zamandan. Çıkıyorum. Caddeye varlığımı sürüklemem bir dakikamı alıyor. Odaklanmalıyım. İşlerim var. ATM’lerle aramda yüz metre. Bir adım ileri, bir adım daha ve bir tane daha geliyor. Her yüze bakamıyorum. Bazılarının adımları beni rahatsız ediyor. İstekle, hırsla, heyecanla, umutla, sevinçle koşturarak atılan adımlar bunlar. Hayır, o yüzlere bakamam, beni üzecekler, gözlerindeki parıltıyı görmek istemiyorum. Bana dehşetle cansızlığımı haykıracaklar. Neyse ki yaşam taklit edilebilen, kolaylıkla neşeyle alaya alınabilen bir olgu. O zamanlar gücüm vardı demiştim. Fark edilmeden, yakalanmadan ilerleyebiliyorum aralarında. ATM önündeyim, sınav parası yatırılabilmeli çok kısa bir işlem, üç dakika sonra buradaki kimseyi varlığımla, yoksunluğumla rahatsız etmeyeceğim. Şapkayı biraz daha indir, kimseyle göz göze gelinmemeli. Sıra bende. Evet parayı çıkar, hayır önce kartı tak, tamam şimdi ödemeleri seç, hava çok soğuk, ellerim hissiz, bu şehir neresi, ben neredeyim, insanlar sıra bekliyor, otobüs araba sesleri, çok gürültü, bir gün bu karmaşaya dayanamayacağım, sarılıp bir çöp kutusuna şehrin ortasında delireceğim, ağlayacak mıyım, sanmıyorum, ağlayamayacak kadar yitireceğim aklımı. Donakalacağım öylece ortada, nereye koyacaklarını bilemeyecekler, müzeler böyle bir varlığı ibret için saklamak isteyecek, hayır ben firavun değilim, vazgeçtiler, tımarhaneler deney ister, diriltecekler beni, tıp bilimi cansız donuk bir yüzü hastalarının arasında istemiyor. Annem gömelim diyor, İslam alemi toprak böyle bir hakareti kaldıramaz diye fetva veriyor. Bilim uzayda yaşayıp yaşayamayacağımı merak ediyor, kimse göklerde bu hissizliği görmek istemiyor. Ortada, olduğu yerde bırakalım, çürüyüp kokmaya başlayınca atarız bir çöplüğe diyorlar, çocuklarını korkutuyormuşum, kabul edilmedi. Bir helikopter geliyor, halatlarla bağlıyorlar bedenimi, kuzeye daha da kuzeye soğuğa indiriyor beni. Buz kesmiş bir kafeste buz kesmiş bir ruhla bırakıyorlar. Yalvarmıyorum, talep etmiyorum, sövüyorlar, öfkeyle aşağıya dibe buzdan ve soğuktan ibaret bir çukura yuvarlıyorlar kafesimi, ben yanıyorum, kıyılarında, ucunda bile kalamıyorum onların, hiç var olmamış olmamı dileyerek ittiriyorlar, radyoaktif bir kalıntıymışçasına örtüyorlar üstümü. Beton, buz, buz, beton. Seslenmiyorum, hep biraz eksik olduğuma yoruyorlar bunu, istemiyorlar, yanıyorum, sonunda karanlık, beni hayatım boyunca sarmalayacak o karanlık, umursamıyorum, donukluk benim artık, yanıyorum, nefes biraz nefes, olmuyor, bu tıkanıklıkta hep eşlik edecek bana. Gidiyorlar, sessizlik, bir ömür kimse uğramayacak bu çukura bir daha biliyorum. Ne yerde ne gökte, ne içeride ne dışarıda ait olacağım bir yer bulunamayacak. Hayır, onlar masum, sen seni mahkum ettin bu yenilgiye. Atılmış bir melek ve düşmüş bir şeytan, senin zaferin. Ne orada ne burada, ne onlarla ne onlarsız, buzların arasında yanarak sürdürülecek bir donukluk, kafesin yalnızlığının avuntusu ve belki de biraz bahanesi.

ATM kabul etmiyor parayı, işlem uzadı. Bir kez daha deniyorum. Reddediyor. Bir kez daha. Homurtular, söylenmeler duyuyorum. Öfkeleniyor arkamdaki adam, orta yaşlarını geçmiş, göbekli, köse hırçın bir canlı. Hayatı boyunca bir kere dahi bir başkası olmayı diledi mi, bilmiyorum. Kızıyor beklettiğim için. Sakince sorunun ne olduğunu açıklıyorum. Anlamış gibi yapıyor ama benim bir kez daha deneyecek gücüm kalmadı. Kartımı alıp, çekiliyorum. Hala onu duyabilecek bir noktadayım, sınava şurada ne kalmış, para yatırmaya çalışıyor hala, diyor arkamdan. Öfke, öfke, öfke duyuyorum. Damarlarım yanıyor, ben bu anı daha önce nerede, ne zaman yaşadım, hatırlıyorum, yine bir adam orta yaşını yeni geçmiş umursamazlığımı ve umursamazlıkla yaptığım eylemi kınıyor, aşağılıyor beni. Yabancılara ne kadar çok söz hakkı veriyoruz. Sıradaki adamı boğmak, yumruklamak geliyor içimden. Ama ben sadece bir kız çocuğuyum. Bir kız çocuğu olmak istemiyorum, bu şehirde, bu soğukta, bu her gün her saat her an bambaşka kız çocuklarını aşağılayan, hor gören adamların ve kadınların ülkesinde olmak ve oldurulmaya çalışmak istemiyorum. Öfkem içime akıyor. Nefes al, nefes ver.

Gözüme sıraların yanında oturmuş, önünde melodikası duran, kahverengi saçları keçelenmiş yüzüne tutam tutam düşmüş, pembe montlu küçük bir kız çocuğu, teninin koyuluğu, ellerinin kınası, o çocuğun hangi milliyetten olduğunu biliyorum. Mülteci geçidindeyiz, o yılda ve ondan sonraki yıllarda öyleyiz. Bir sigara yaktım, parmaklarım soğuktan hissiz. Kıza doğru iki üç adım attım, tam önüne, melodikasının yanına oturdum. Kaldırımın mermerleri soğuk, umursamıyorum, en fazla karın ağrısı. Sıradaki insanlar bana bakıyor biliyorum. Garipsenecek bir şey göremiyorum halimizde. Bir pedofili gibi görünmediğim kesin, niye aşağılıyorlar beni, belki de tam bu yüzdendir, bilemiyorum. Bu halk, bu halkın insanları insanı kendinden ediyor. Ne ağır bedeller dayatıyoruz bir birimize. Biricik medeniyetimiz bizim. Kıza bakıyorum dosdoğru, gözlerimi dikiyorum gözlerine. Neden o da bana bakıyor, hem de hiç gözlerini kaçırmadan, bu kesinlik rahatsız edici. Kaşlarımı çatıyorum ama henüz çenem aynı, yeterince gaddar gözükmüyorum, fizyolojik bir kusur bu bende. Soruyorum.                                                    

-Yaşın kaç?

-8.

-Nerelisin?

Bozuk bir Türkçeyle konuşuyor. Suriye diyor. Bir buçuk yıl önce gelmiş. Annesiyle babasının nerede olduğunu soruyorum, kaç kardeş olduklarını da. Mimiksiz bakıyor suratıma. Bense azarlarmışçasına sorguluyorum onu. Tepkisizliği sinirlendiriyor beni. En ufak bir insani, çocukça belirti yok. Umursadığı tek şey önündeki yırtık para kutusu, hak veriyorum ama isyan etmemesini anlayamıyorum. Babası savaşta çoktan ölmüş. Annesi ve kardeşleriyle buraya gelmişler. En küçük kardeşi daha bir yaşında. Süt gerek. Annede hasta. Okula gitmiyor, kimliği yok çünkü öyle diyor, kimliği olsa, okumaya çalışsa, sütü kim getirecek. Sekiz yaşında bir süt için, gelen de, çoktan burada olan da, burası da acı çekiyor. Bu cehenneme neden katlanılsın, kardeşine süt götürecek çocuğa soruyorum. 

-Neden hâlâ yaşıyorsun?

-Yaşıyorum.

Ellerini iki yana açacakmış gibi hareketleniyor, vazgeçti. Tek yapabildiği kollarını gevşetmek. Bu soruma cevap değil beni anlamıyor. Utanıyorum. Yüzüne artık insani ifadeler yerleşiyor, rahatsız olmaya başladığını ve sorgulayan bakışlarını hissediyorum. Para bırakmadan kalktım. Hayır, hayatım boyunca kimseye acıyacak kadar kibirli olmayacağım. Geldiğim yolu bir alt sokaktan yürüyorum. Seslere, adımlara, tahammülüm kalmadı. Yaşıyor çünkü, yaşıyor. cevap bu. Her zaman buydu, yaşıyor o bir canlı. Duvarlarımın arasına kaçmalıyım, bu acı, sefil yaşamdan. Adımlarımı zorlanmadan atıyorum, yürümeyi hatırlıyorum. Kaçabilmek için hatırlamak gerek. Ağlamak, haykırmak, isyan etmek istiyorum, yapamadım. Bulduğum ilk fırsatta bir kız çocuğuna işkence ettim.