İstiklal’in gölgesinde, ihtişamlı bir tiyatronun dağınık kulisini andıran bu sokaktan her sabah ve akşam Eleni, genç bir Rum kadını, geçerdi. Gölgesi sokaktaki tek lambayla o kadar erken ve o kadar geç saatlerde buluşurdu ki, burayı bir gece bekçisi misali açıp kapadığını düşünürdüm.


Ruhsuzlukla itham ettiğim bu sokak aslında birkaç meyhanesi, küçük bir yetimhanesi, yine küçük bir kilisesi ve on kadar dükkanıyla yeterince doluydu. Son zamanlarda üzerine bir sessizlik çökmüş, bir ölü toprağı serilmişti, o kadar.


Ahşap bir İstanbul evinin zemin katında yaşayan yaşlı bir adam olarak, sanki bir mahalle amcalığı sorumluluğu hissetmiş, buranın müdavimlerini tanımayı ve korumayı kendime görev edinmiştim. Herkes gerek hürmetten, gerekse gayriihtiyari selamımı alırdı ancak sadece Eleni dostum olma mertebesine gelmişti. Pencere önünde her sabah yaptığımız ayaküstü sohbet, zamanla derin bir yardımlaşma ve arkadaşlığa dönüşmüş; bana bu kadının basit gibi görünen zor hayatını tanıma, bir nebze olsun anlama fırsatı vermişti.


İlk yağmurların sert düşüp herkesi hasta ettiği bir eylül ayıydı. Evcimenliğimden olsa gerek, hasta hissetmiyordum. O sabah da her sabah olduğu gibi kalktım, odamı biraz toparlayıp üzerimi giyindikten sonra mutfağa geçtim. Bir süre sonra evin her yerine yayılan sahlep kokusu sabahımı tamamlamıştı. Birazdan Eleni pencerenin önüne gelir, rutin bir selamlaşmanın ardından sahlep ikram ederim, acelesi yoksa girip bir fincan içer, sonra her zaman yaptığı gibi bir ihtiyacım olup olmadığını sorar, bakkaliyeden en ıvır zıvır şeylere kadar ne söylersem söyleyeyim akşamına, olmadı diğer sabaha getirirdi. 


Hayatımızın akışına bakılırsa Eleni’nin tam zıddıydım. Şahsen biraz hava almak, mektup alıp vermek, alışveriş yapmak ve ara sıra dostlarımı görmeye gitmek harici evden hiç çıkmazken Eleni benim evimden çıkıp doğruca yokuşun dibindeki yüksek duvarlı, ruhsuz yetimhaneye iner, en az kendi kadar sevecen küçük erkek kardeşini görür, onun da ihtiyaçlarını hallettikten sonra uzak semtlere çalışmaya giderdi. Akşam ezanından bir saat kadar sonra gittiği köşeden geri döner, hemen karşımdaki küçük ama her zaman hıncahınç olan meyhanede birkaç saat kalp tamirciliği yapar, yokuşu herkesten sonra çıkıp evine dönerdi. 


Ben bu rutini düşünerek dahi yorulmuşken o -çoktan hepsini yapmaya hazır halde- kapıyı tıklattı. İlk kez ben ısrar etmeden içeri gelmeyi tercih etmişti. Kapıyı açtım, karşımda bir Akdeniz insanının meyvelerine benzeyen turunç yüzü yerine bembeyaz, donuk, ölü gibi bir yüz vardı. Bu halinin sebebini sordum, soğuktan olduğunu söyledi. Pek konuşmadan sahleplerimizi içtik, her zaman erken kalkardı ama ilk kez sahlebini yarım bırakacak kadar aceleciydi. Soğuk yüzü beni de korkutmuş, dilime kazık çakmıştı. Sessiz geçen bir sabaha rağmen bir ihtiyacım olup olmadığını sormuş, istediğim şeyi not etmişti.


Tıpkı sokağın hali gibi bir ölü toprağı serildi üzerime gün boyu. Normalde yaşlı bir adam ne yaparsa onları yapardım, o gün çok yaşlı bir adam ne yaparsa onu yaptım. Tavanı izledim, yiyemedim, sokağı izledim, içemedim.


Akşama doğru karşıdaki meyhanenin sahibi her zamanki gibi sokağa girdi. Sinirli, gardını yüksek tutan bir duruşu vardı. Bu saatlerde meyhaneyi açmaya gelirdi, bugün de aynısını yapacak sandım, geldi de. Ama kapıyı açmak yerine getirdiği kalınca kilidi vurdu. Vitrinlerin önünü sağa sola istiflediği kartonlarla kapladı. Şaşırdım, seslendim; arkasını dönüp öfkeli ama aynı zamanda ürkek bir bakış attı. Bana “işine bak” demeyi ihmal etmeyecek kadar yapılı olsa da birisi tarafından izlenmek onu hoşnutsuz etmişti. Kapıların sıkı sıkıya kapalı olduğundan emin olduktan sonra koşar adım terk etti sokağı. Beklemeye devam ettim.


Gelmedi. Eleni o gece gelmedi. Eleni hariç herkes geldi ama. Atlı arabalar, eskiciler, kamyonetler, yaşlısıyla genciyle bir dolu adam… Buradan değillerdi, bizden değillerdi onlar. Ölü toprağının haberciliğini yaptığı bir azrail misali işgal ettiler bütün sokakları. Korktum, dede yadigarı büyük saat işlemeye devam ettikçe sindim pencere kenarındaki yatağıma. Sindim ve bir orkestra başladı çalmaya; tekmeler, bağırışlar, camların kırılma sesleri, çarpışan taşların gürültüsü, haykırışlar, sonlara doğru kesilen haykırışlar ve haykırışların yerine usul usul geçen bir yanık kokusu, soğuk eylül ayını son kez ısıtan ve beni bir uyuşturucu misali uykuya daldıran bir yanık kokusu…


Sabah bir his, bir kül hissi hariç her şey gitmişti. O hisse aldırmadan paltomu üzerime geçirip evden çıktım. Sokak hiç bu kadar ölü gözükmemişti gözüme. Rüzgar bile ses çıkarmamak için esmiyordu sanki. Geçen ramazanda gece yarısı sokağa loş bir ışık sızdırmayan bütün pencereler kırıktı ve oradaki güzel insanların hayat dolu sesleri duyulmuyordu bu sabah. Meyhaneye baktım, nasıl bırakıldıysa öyleydi. Kapalı, suskun. Yokuş aşağı inip yetimhanenin duvarlar kadar yüksek ve sert kapısının önüne geldim, var gücümle kapıyı yumruklamaya başladım, içeriden -endişeli- ayak sesleri gelmesine rağmen kapıyı kimse açmıyordu. Dakikalarca yumrukladım, ellerim acıyor, gözlerimden yaşlar bir bir süzülüyordu. Sonunda durdum. Benim durmamı beklercesine yaşlı bir kadın kapıyı araladı. Eleni’yi sordum, “Gelmedi,” dedi. Kardeşini sordum, gözleri büyüdü, kapıyı yüzüme kapatıp telaşlı nefesler alıp vererek uzaklaştı kapının ardından. 


Çaresizdim. Yetimhanenin kapısına çöküp en iyi bildiğim şeyi yaptım, sokağı izledim. Gençten üç adam, gülerek bir eskici arabasını yokuştan aşağı indiriyorlardı. Arabaya baktım, bunlar eski değillerdi. Bir İsa heykelciği, birkaç parça giysi, yarısı yanmış kalınca bir kitap ve bir de kehribar tespih vardı, tam da dün istediğimden.