"Anne" dedi. "Sokrates neden öldü?"

Düşündüm. "Farklı olan düşüncelerini insanlarla paylaştığı için öldürüldü." diyemedim. Düşüncelerini paylaşmaktan korksun istemedim. Yumuşatarak nasıl anlatabileceğimi düşünürken konuya olan ilgisini kaybedip oyununa devam ettiğini fark ettim.

Yerimden kalkmak istedim; belliydi, yine karamsar düşünceler beni çemberine almaya geliyordu. Pencere kenarındaki sarı koltuğa geçtim, sarı beni hep mutlu ederdi. Sonra Sokrates'i düşündüm, aramızdaki yüzyılları ve bugünümüzü... Mesleğimden ihraç edilmek korkusuyla dile getiremediğim, biriktirdiğim düşüncelerim geldi aklıma. Sahi Sokrates'in çağıyla bizim çağımızın farkı nedir ki? Bazı fikirlerimizi konuştuğumuzda fiziksel anlamda öldürülmesek de özgürlüğümüze kepenkler indirilmiyor mu? Bedenimiz değil belki ama öldürülmüyor mu fikirlerimiz, düşüncelerimiz?

Tadım iyiden iyiye kaçmıştı. Çağların kıyasından sonra bireysel karşılaştırmaya geçtim istemsizce. Evet haddimi bilmezcesine Sokrates ile kıyaslamaya başladım kendimi. Yazıklar olsundu bana. Mesleğimden olma, dışlanma, kabul edilmeme gibi korkularım yüzümden ne çok düşünceme susmuştum. O ise doğruları uğruna ölmeyi yeğlemişti. Bir an aciz hissettim kendimi ama belki de benim doğrum susmaktı. Sistemin dilimizin altına koyduğu kapanlara yakalanmamaktı bir şekilde.

Pencereden soğukça bir rüzgar esti, üşüdüm biraz. Sarı koltuğumdan kalkarken "neyse" dedim. "Neyse, en iyisi biz susarak konuşup dinlemeye devam edelim birbirimizi."