Ne zaman varlığı, oluşu sorgulamaya koyulsam Picasso'nun "Sanat nedir?" sorusuna verdiği "Sanat ne değildir ki?" cevabını daha derinden kavrıyorum. Sanat, yolun en başından bakıldığında öncelikle olgu, gerçeklik, var oluş ve var olandır. Ona erişebilmenin temelinde maddeden önce ruh gelir. Bu sebeple sahip olunması gereken en mühim şey ince bir ruhtur. İster yaratılıştan gelsin, ister kişi edimleriyle bu ruhu yaratmış olsun.
Sorgumda bir kez daha fark ettim ki varlığın gereklerinden biri de üretkenliktir. Sienkiewicz, romanlarından birinde manevi hayatı yüzmeyle karşılaştırır: "Aralıksız çalışmayan ve devamlı mücadele etmeyen muhakkak yok olur, batar." der. Öyleyse manevi gıdamız çalışmaktır, üretmektir diyebilir miyiz? Bazen hiçliği, boşluğu; bazen ise hacmi olanı üretmek. Salt araçla, aletle somuta varmak değil; ruhta var olan güçle, olana ya da olmayana dair üretebilmek... İnsan yüzyıllar boyunca üretti ve üretmeye devam ediyor; daha yüce, daha derin, daha 'tam' bir ifade için. Bu hususta sanat en güçlü ifade, bizleri vahamete sürükleyen anlamsızlık hissi ve arayışlarla dolu bu yaşamda bir tamamlanma değil midir? Peki ya niçin bu denli güçlü bir ifade biçimini en sığ düzeyde ya da popüler olma hevesiyle bir süs aracı olarak kullanırız? Niçin hatrı sayılır bir çoğunluk sanatı lüzumsuz gayelerden ibaret, yalnızca göründüğü kadar olan 'düşük sanat' olarak görür? Onlar için hiçbir şey sathi olandan, görebildiği kadarından daha fazla değer taşımaz; onlar derinleşmeyi sevmezler çünkü. Oysa buna tamamen zıt olarak, sanat bütünüyle boşlukta yok olan gayesiz bir yaratma değildir, o ruhun duyabildiği tek lisandır, gayesi zihnimizi eğitmek ve bizi biz yapan ruhumuzu derinleştirmek, inceltmek ve geliştirmektir, söz sahibi kılmaktır, varlığın ve şeylerin anlamını bulmamızı, en azından aramaya başlamamızı sağlamaktır.
Tehlikeli düzeyde materyalist zihinler, bir esere baktığında ona ezberlenmiş ve maddesel bir değer yükleme eğilimindedir. Eserle karşı karşıya geldikleri anda, gördükleri şey zihinlerinde listelenmiş anlamlardan birine sahip olmalıdır. Bu hususta başarıya ulaştıklarında içlerindeki şuursuz tatminkarlığı doyurmuş olurlar, öyle hissederler. Fakat bu sadece beyne ait bir sonuçtur yahut sahte bir sanat fanatikliği. Ruha dair hiçbir iz bulundurmaz. Bu esnada en büyük hata yalnızca görünür olan kısımda, basit bir anlam aramaktır. Oysa ruh kendiliğinden bir şeyler söylemek ister. Biliriz ki bir müziği her dinleyişte, bir resme her bakışta yahut bir şiiri her okuyuşta ruh bambaşka şeyler söyleyebilir. Bir resim ya da bir şiir birden çok duyguyu barındırabilir mamafih bir kederi, aşkı ya da açlığı sayısız suret ile anlatabilir. Bu durum eserin iç hayata sahip olmasıyla alakalıdır. Eser yaşar, nefes alır ve böylece onu yapanın ve onu izleyenin maneviyatını oluşturur.
Ahenksizliği, düzensizliği, adaletsizliği yaşamın kötü yanları olarak gören sanatçı ahlaki ve politik kargaşalardan sıyrılmanın yolunu böylece bulmuştur. Sanatçı zihnin derin tabakalarındaki özgünlüğü ve içgüdüselliği yeteneği gücüyle görünür kılar, bu onu çevresi için bir yol gösterici yapar. Schumann: "İnsan kalbinin derinliklerine ışık tutmak; işte sanatçının eğilimi." der. İzleyicilerin çoğu bu ışığın, bu manevi gıdanın farkına varamaz, bazıları ise zaten hiç oralı olmamıştır. Yani aç ruhlar yine aç giderler. Bu geri duruş, ruhu ve gözleri bu denli ketlemek, 'hakikati görmenin' doğduğu andan itibaren sıradanlığa ve emniyete alışmış zihinlerimizi korkutmasından, değişim korkusundan kaynaklı olabilir mi? Sanat bu korku ve kaygı zincirlerini kıran, ruhlarımızı yaşamın fuzuli telaşları içinde deliksiz bir ölüm uykusuna yatacağı vakit uyandırarak özüne döndüren, insanın dünyayı, iyiyi ve kötüyü fark edip, tanıyıp değiştirebilmesini sağlayan bir gerekliliktir. Ki zaten salt özünde taşıdığı büyü bile sanatı gerekli yapmaya yetecektir.
Sınırsız teori taslağına sahip olan bir alanda düşünmek ve bu düşünceleri ifade edebilmek çetin bir iş. Bunca ifade içinde defalarca tekrarlanmış fikirlere ya da yepyeni, daha önce kimsenin göremediği yeni bir şeye rastlamak mümkün. Kanaatimce mühim olan, ruhunun yolunu çizmesine ve seni iyiye, özüne götürmesine müsaade etmek, ifadelerini korkusuzca kendi yarattığın ve geliştirdiğin özgünlükle gerçekleştirebilmek. Kendine has bir ifade yaratabildiğinde sözlerinin yankısı boşlukta kaybolmasın ister insan, işte bunun için Tanpınar'ın "İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. Muhakkak yerinden inecek, herkese benzeyecekti." dediği yerde sanatçı, talihine boyun eğmeyerek ışığını kendine, insanlığa, şimdiye ve geleceğe armağan etmeli ve onu parlatan ruhun yüce bilgisini etrafa saçmalı, saçmalı ki çoğalmalı, katmerlenip katlanmalı. Yaşamın gaddar ve haşinliğini yıkarak iyiyi, manayı, inceliği görmesini sağlayan bilge gücü daima eğitmeli, ruhunun raflarını tozlandırmamalıdır.
Ruhunuzun raflarını tozlandırmadığınız bir yaşam dilerim...
Sema Tanıyıcı
2020-06-08T14:00:10+03:00Çok teşekkür ederim 🌸 @aysenurcengiz