Şiddet uygulamak ve cinsellik, insana atfedilen içgüdüler. Doğadaki diğer canlılar gibi geniş bir spektruma sahip değiliz çünkü -muhtemelen- onlar kadar hayatta kalmakta zorlanmıyoruz. Ama şartları ne kadar kolaylaştırırsak kolaylaştıralım, bu "savaş ve seviş" kısmı üzerimize yapışmış durumda. Yine de artık tarlasında çalışan çiftçiyi, teknesinde takılan balıkçıyı alıp savaşa gitmiyoruz, hatta ele geçirdiğimiz yerdeki kadınlara tecavüz etmiyor, onları ganimet olarak da görmüyoruz. Peki ne değişti de içgüdülerimizden vazgeçebildik?

Bu yazıda üstünde duracağım içgüdü şiddet olacak. Bunun için de şiddetin en doruğa çıktığı savaşı ve onun kurallarını incelemek doğru olacaktır. Savaş, iki donanımlı ordunun, komutanlarının karar verdiği stratejiyle birbirine saldırdığı ölmemek için öldürdükleri bir vahşet ortamıdır. Bu iki ordunun savunduğu halk da ölmemeleri için tek seçeneğin kendi ordularının kazanması olduğunu bilir. Üstelik bunun için -yani ölmemek için- bütün varını yoğunu, parasını, hatta gerekirse ayağındaki ayakkabıya kadar verdiğini gördüğümüz savaşların sayısı hiç az değil. Ama her ne kadar içgüdüsel olarak kendimizi korumak için şiddet uygulamaya, ölmemek için öldürmeye, savaşmaya meyilli olsak da savaş her çağda yoksulluk, yas ve hüzün kaynağı olmuştur.

Hem içgüdülerimizi besleyip hem de mutlu olabilmenin bir yolunu bulmalıydık. Milattan önce dördüncü yüzyılda karşımıza ilk spor olmasa da barındırdığı özellikler nedeniyle çok değerli bir spor, bir savaş simülasyonu çıkar. Gladyatörlüğün ilk yapıldığı dönemin bu olduğu düşünülür. Bu sporu değerli kılan özelliklerinden bahsetmek yerinde olacak. İki ordu yerine iki donanımlı savaşçı, kendi taktiklerini kurarak savaştılar, halk da onları destekledi ve gerektiğinde para yardımında bile bulundular. Ayağının toza bulanmadan, açlık çekmeden yapılan ve kuralları olan bir savaş ortamı yaratıldı. Artık insanların içgüdüsünden gelen bu savaşma enerjisini atabileceği bir yer vardı. Şu an her ne kadar vahşet olarak görsek de bu sporu, bu özellikleri dolayısıyla döneminin en büyük medenileşme hareketlerinden olduğu yadsınamaz.

Zaman geçtikçe bir sorunla karşı karışya geldi insanlar, bu insanlar ölüyordu. Her medenileşme hareketi insan daha da medenileşince vahşet ismini aldığının en güzel örneklerindendir bu spor. Her para kazandıklarında ve her insanları eğlendirmeye kalktıklarında ölme ihtimalleri vardı. Bu sorun iki problemi de doğuruyordu. Gladyatörler, bir takımı değil kendini temsil ettiği için onu destekleyen taraftar da gladyatöre bir zarar geldiğinde kendini açıkta kalmış hissediyordu. Tıpkı ordusu yok olmuş bir halk gibi. İkincisi ise ölen gladyatörlerin artık kimseyi eğlendiremeyecek olması. Böylece yeni kurallar eklendi ve bu ölümlerin azalması sağlandı. Zaman geçtikçe ve spor yumuşadıkça hem insanları eğlendirmemeye başlamış hem de içindeki vahşeti yok edemediği görüldü. Yani ne içgüdümüzü besliyordu ne de çağa ayak uydurabiliyordu.

Böylece spor anlayışlarımız değişti ve günümüze kadar geldi. Futbol, basketbol, voleybol gibi yeni simülasyonlar icat ettik. Artık insanlar ölmüyordu ve bir kişiye bağlanmak yerine bir takıma bağlanabildiği için daha uzun soluklu bir etkileşim oluyordu. Hatta bu bağlılık zamanla öyle bir hal aldı ki kendi milletini savunur gibi savunduk takımlarımızı. Maçlar ne kadar ölüm kalım mücadelesi tarzında geçerse o kadar çok sevdik. Uyduruk bir oyun için elinden gelenin en iyisini yapmayan bir sporcuyu kimse sevmedi, sakatlanma pahasına oynayan birini gördüğümüzde ailemizden biriymiş gibi sevdik. Onları şanlı ordumuzu temsil ediyordu ve vatanımızı savunuyormuş gibi görüyorduk. Halkı ise gerektiği durumlarda -tıpkı savaşlardaki gibi- dişinden tırnağından arttırarak yardımda bulunuyordu bu takımlara. Kendi çıkarına hiçbir katkısı olmasa da yaptılar bunu çünkü bu bir savaştı, "benim ülkemin savaşı". Ama sporlarda zamanla vahşet damgası yemekten kurtulamadı. Halk destekledikçe oyuncularda daha savaşmış gibi oynamaya başladı, böylece daha sert oyunlarla daha çok sakatlıklar ortaya çıktı. Bu vahşeti engellemeye çalıştıkça, yani yeni kurallarla oyunu yumuşatmaya kalktıkça da bu savaş hissiyatını öldürmeye başladık. "90'lı, 2000'li yıllarda sporcular böyle çocuk gibi oynamıyordu." söyleminin sebebi de budur. Bu sporların da akıbeti gladyatörlük gibi mi olacak, bilemeyiz fakat sporların içindeki vahşetten hem korktuğumuz hem de onu çok sevdiğimiz bir gerçek. Sakatlık gördüğümüzde sporcuların da bizim gibi insanlar olduğunu görüp üzülüyoruz fakat sakatlanmamak adına için bir maç sahaya çıkmayan oyuncuya karşı bileniyoruz.

Peki, neden şu an dünyada en beğenilen spor futbol? Çünkü en başarılı simülasyonu o oluşturmuş gibi duruyor. Voleybolda olduğu gibi sporcular farklı alanlarda bulunmuyor ve fiziksel temas seçeneği bolca var. Amerikan futbolundaki gibi her koşula farklı kadrolar yok, böylece sporcunun her türlü koşula karşı ayakta durması gerekiyor. Basketbola karşı üstünlüğüyse hem takımdaki insan bolluğundan hem de daha az skor değişiminden kaynaklanıyor. Bir savaştan beklentimizi oldukçe fazla karşılıyor böylece futbol.

Sonuç kısmına gelirsek, medenileşme çabamızın bizi savaştan uzak tuttuğu ama bir yandan da savaşı her hafta izlememizi sağladığını görebiliyoruz. İçgüdülerimizden kaçamadığımız için onu ehlileştirmeye çalıştık ve başardık büyük oranda. "Ölmeden savaşabiliyorsak neden ölelim ki?" sorusunu sormayı başarabiliyoruz. Ama yeterince medenileşmiş insanın spora da ihtiyaç duymaması gerekirdi. Gri bölgeleri bol olsa da cevabı ya siyah ya beyaz olması gereken nihai soru şu:

"Spor medeniyet midir, yoksa ilkellik mi?"