Hava o kadar sıcaktı ki, o kadar olurdu. Evdeki tüm camları açsam da, sirkülasyon namına bir esinti zerreciği yoktu. Herkes buruşturdukları suratları, güneşten kısıp kaz ayağı oluşmuş göz kenarlarıyla etrafa memnuniyetsizce bakınıp aynı şeyi söylüyordu hep bir ağızdan: Nem vardı. Kafamda kopan fırtınalara zıt olarak hiç esmeyen balkona oturmuş, öğlen birası açmıştım. Şişenin dışı boncuk boncuk, buz gibi terlemişti. Serin, köpüklü altın suyunu her yudumladığımda istemsizce “ooh” ya da “mıaah” gibi bir ses çıkıyordu ağzımdan. Sevgilim, sanıyorum ki oh'lamalara geldi, aniden balkon kapısında belirmişti. 

“N’apıyosun ya?”

Benden gelecek bir açıklamaya gerek duymadan, gördüklerini yorumlamasını bekledim. Pek karmaşık sayılmazdı zira; balkonumda oturmuş, bira içiyordum. Oh'lamaları ne sanmıştı bilmiyorum. O tam bu soruyu sorduğu anda iri bir yudum çekmiştim, bu yüzden cevap veremedim, yutkunduktan sonra yine belli belirsiz bir “meeh” çıktı ağzımdan.

“Gündüzden mi içmeye başladın artık, bravo!” dedi. Tam bravo kısmına vurgu yapmış, yazma diliyle ifade edilirse; “BRAVO” demişti, ateş eder gibi. Beni rahatsız etmeye gelmişti; yuvasında sakince oturan kuşu şemsiyeyle dürter gibi. 

“Hayatım ne ilgisi var, bir tane bira açtım serinlemek için, su niyetine...” dedim yumuşak bir sesle. Savaş istemiyordum, konu çok yanlıştı ve biramı ölümüne savunacaktım mevzu büyürse. Ama şimdi sosyal medya hesabından hem solcu çocukları, hem de o çocukları öldürenleri anan bir sosyal demokrat gibi orta yolcu olmalıydım. Sen de haklısın aşkım.

Onun da kavga istemediğini, değişen kaşlarından anladım. Çatık kaşları üzgün bir ifadeye büründü ki buna ilk önce anlam verememiştim, hızla içeri gitti. Geri geldiğinde elinde bir gazete küpürü vardı, uzattı: “Anneler babalar dikkat: Alkolizm birayla başlar!” başlığının altında, çok masum gibi görünen biranın, asıl tehlike olduğu, gençleri zehirlemenin ilk adımı olduğu, her şeyin günde bir birayla başladığı, tuzak olduğu gibi suçlamalar vardı. Elimdeki şişeye baktım, bu suçlamaları hak edecek ne yapmış olabilirdi? Beni serinleten, hem de bir sürü faydası olan böbrek ve kafa dostu bu şifa suyu, insanlığa karşı nasıl tehdit olabilirdi?

“Yavrum sen neden saçmalıyorsun?” deyip gazete küpürünü yere savurdum. “Yirmi seneden beri bira seven bir insanım, başlangıcı mı kalmış artık?” dedim, başlangıç seviyesini çoktan geçmiştim. Kaldı ki birama yapılan suçlamaları da asla kabul etmiyordum, ben havuz medyasına demeç vermem, havuz medyası okumazdım. Hafif bir esinti eşliğinde, sakin bir yarım saat geçirecektim sadece biramı içip, tüm istediğim buydu. Gerçi büyük ihtimal yarım saati yarım güne tamamlayacak, bir birayla kalmayacaktım.

Söylediklerim daha çok sinirini bozdu, “Babam da böyleydi” deyip umutsuz bir suratla, camdan dışarı baktı. Arada anlatırdı ve anladığım kadarıyla babası, içki konusunda –bir bira dahi olsa- sevgilimin herhangi birini tolere etmesine fırsat vermeyecek kadar büyük içiciydi. Yani baba, bu konudaki tüm krediyi tüketmişti, şimdi bunun ceremesini ben çekiyordum. Ya da kredisiz doğmuştu kız. Belki o adamcağız da az içiyordu. Annesinden almıştı bu anlamsız öfkesini belki. Sigara yaktım. En saçma genleri aktarmıştı ona annesi. Atılıp sigaramı aldı, aptal gibi ağzım açık onu izledim.

“Şunu da içme artık, çok içiyorsun çok!” Ağzı bir çocuğunki gibi aşağı bükülmüştü, bugünkü ilk sigaram, ilk biramdı ama kokain partisinde magazincilere enselenmiş bir rockstar muamelesi görüyordum. Sesi alçaldı, düşkün birine yardım etmek ister gibi bir hale bürünüp yanaklarımdan tuttu. 

“Sen kabul etmiyorsun aşkım, biliyorum. Ama kabul edip söylemen gerek, bir alkolik ve bağımlı olduğunu kabul et, kabul et ve söyle. İlk adım bu.” İşte o anda bir aydınlanma yaşadım, kafama düşünceler ardı ardına üşüşmeye başlamıştı. Daha önce pek de ciddiye almadığım bu soru, ilk kez tüm ciddiyetiyle o zaman beynimde belirip bir reklam tabelası gibi yanıp sönmeye başladı: Nereden bulmuştum bu manyağı?

Sigaramı elinden aldım, biramdan iri yudumlar çektikten sonra, yarım sigarayı dudağıma taktım. Daha iki aydır birlikteydik, doğduğumdan beri, annemden bu kadar sert, bu kadar seri ve anlamsız anaçlık görmemiştim.

“Bir bira açayım mı sana, sinirlerin yumuşasın,” dedim, ağlamaya başladı. “Böbreklerin de çalışır,” deyince hıçkırıklara boğuldu. Sinirleri bozulması gereken benken, bu ona olmuştu. Ağlarken çıkardığı “ışşah, ışşıay” diye burun çekme sesleri sanki bana “Yeşilay, Yeşilay!” gibi geldi, korku içinde biramla sigaramı da alıp içeri kaçtım. Yaşam alanım, tercihlerim, benliğim saldırı altındaydı.

Peşimden geldi, gözleri kızarmıştı. Sehpanın alt gözünden başka bir gazete küpürü çıkarıp bana verdi: “Gece gördüğünüz kabuslar gizli depresyon belirtisi” yazıyordu. “Hastasın sen!” dedi, “Kabusların da bu yüzden, içki içmen de, ne olur aşkım doktora gidelim ben senin yanındayım” deyip sustu. Korkmaya başlamıştım. Biradan küçük yudumlar alıyor, korkak gözlerle ne yapacağımı düşünüyordum. Ziyan olmuştu bira, içtiğimden bir şey anlamamıştım.

“Gizlisi saklısı mı kalmış ulan benim depresyonumun, Lustral kullanıyoruz işte!” dedim sesimi yükselterek ama asla söylediklerimden tatmin olacak gibi bakmıyordu. Sinirlenmeye başlamıştım. Yine eğilip bir gazete küpürü daha çıkardı: “Alkolikler öfke kontrolünde sorun yaşarlar, çevrelerine bağırıp saldırgan olabilirler...” şok olmuştum; kız, dövizlerle konuşan Will E. Coyote gibi, her cümleme uyan bir gazete küpürüyle cevap veriyor, beni kendimden şüpheye düşürerek adeta delirtmek istiyordu.

Eğildim, sehpanın alt gözüne baktım, aman yarabbi! Yüzlerce gazete küpürü... Avuç avuç gazete küpürünü çıkarıp halıya yaydım. Benle özdeşleştirdiği yüzlerce başlık: “Gece yemek yemeyin”, “Manik depresyon belirtileri”, “Alkolizmin 10 adımı”, gece uyuyamamayı, çoklu kişilik bozukluğuna bağlamaktan; geç uyanmayı, erken boşalmayla eşleştiren bir sürü, bir sürü şey. Akıl Oyunları filmi sahnesi gibiydi olanlar.

“Sabah programı doktorlarını izleye izleye ne hale geldin yavrum sen?” dedim. İçimde büyüyen bir endişe vardı ama onun için değil, kendim için endişeleniyordum. “Diplomalarını Bulgaristan’dan, Kırgızistan’dan almış insanlar bunlar, benim daha çok tıbbi bilgim var, sakin ol otur şuraya” dedim. Seda Sayan'ın doktorları kıza kafayı yedirmişti. Aslında sinirliydim ama karşımda kendini kaybetmiş, sevimli bir Orhan Kural olduğu için sakin ve planlı davranmam lazımdı. 

“Bağımlı olmana izin vermeyeceğim, seni seviyorum,” dedi. Elleri yanağımdaydı yine. Artık onu tamamen kaybetmiştim. Bu kafayı yemiş kızdan kurtulmam, kaçmam lazımdı. Kendisine Mustafa Ceceli dinleyip oralet içen bir sevgili bulmalıydı. Beraber sarı gazoz ve mısır cipsi eşliğinde Beyaz Show izlerlerdi.

“Tamam canım, ben şimdi çıkıyorum. Haklısın, doktor falan ayarlayacağım, ben ruh hastasıyım gerçekten, bunu şimdi anladım. Sayende. Birazdan gelirim,” deyip kalktım. İnanmış, biraz da olsun rahatlamış görünüyordu. Soru sormadı. Üzgündü. Gazete küpürleriyle beraber evi komple yakmayı düşündüm, başka bir kurtulma olasılığı gelmiyordu aklıma. 

Sigara yaktım. Hızlı hızlı yürüyordum, çok sıcak vardı. Ağız tadıyla bir bira içememiştim. Ağacına sarılan bir koala sakinliğinde usul usul biramı içiyor, rahatsız edilirsem kaçıyordum. Başka bir ağaç bakınmaya başladım. Eve bir daha dönmeyecektim, en sevdiğim Simpson’s tişörtüm ve altılı biram orada kalmıştı ama ziyanı yoktu, bedel ödemek, özgürlüğün fıtratında vardı. Dört soğuk bira aldım. Arabama bindim. Güneş gözümü alıyor. Radyoyu açtım; Tanju Okan “Koy, koy, koy, koy” derken, iri, serin bir yudum aldım.