İçtiğin suyun bir bedeli var, burada kalacaksın. Hala içmeye devam ediyorsun, görünen o ki bana inanmadın. ‘’Ne diyor bu soytarı’’ diyorsun belki de. Bak, ben kaç yaşına gelmişim, umurumda mı sanıyorsun yalanlar? 

... 

Okula gitmedim, annem yanımda dur demişti, babamın işlerini bölüşürdük. Annem bir yapıyorsa ben iki yapardım. Kız kardeşlerimi okuttular, biri hemşire oldu, diğeri evlendi. Hemşire olanı geçen yıl kaybettik, rahim kanseri olmuş. Kocası suratımıza bakmazdı, karısının zoruyla merhaba eder odasına çekilirdi. Biz ne vakittir kardeşimin evine gitmeyi bırakmıştık, insan iyi ağırlanmalı, zoruna gidiyor. Annem gitmiyoruz artık dedi, bu son olsun, ayağımızı kestik. Üç ay sonra kanser olduğunun haberi geldi, bir yıla kalmadan öldü. Çocuklarının biri kendini kurtardı da, diğeri daha ufaktı anası öldüğünde. Baba desen, ne idüğü belirsiz. Dedemden kalma büyük bir tarlamız vardı. Annem sattı, parasıyla çocuğu yatılı okula verdiler. Ben kendimi bildim bileli tarla sürdüm, ektim, biçtim. Tarla da elimizden gidince boşluğa düştük tabii. Babamın emeklisi zor yetiyordu. Şehre gitmeye karar verdim. Fabrikada iş buldum, mal indiriyordum. Bir tır dolusu koli geliyordu, onları depoya taşıyordum. İçlerinde ne varsa söylenmemişti, bazen ağır bazen de hafif oluyordu. Hafif olunca iki tanesini bir götürüyordum. Önceleri dayımın garajında yatıp kalktım. Maaşımı alınca da emlakçıyla anlaşıp ev tuttum. Taksitlere böldük, beni zorlamıyor. Fabrikada yiyordum, dolabımda salatalık, domates olurdu, bir de annemin gönderdiği zeytin, peynir... Artan parayı dayıma veriyordum. Her ay sonu mutlaka köye gider, gidince de bizimkileri görürdü. Babam çok gururlanıyormuş, gönderdiğim paranın yarısını hemen yastık altına koyuyorlarmış. Dayımın dediğine göre, düğün hazırlıkları... Gülüyorum, fırsat yok buna diyorum.  

Geçen ay kapımın önünde bir zarf buldum. Dışı mühürlüydü, etrafımı gözetleyip çantama attım, küçük insanlar daha fazla korkar. İşten döner dönmez yırtıp açtım. Bu resmiyet kokan zarf hem tedirgin etmiş hem de heyecanımı arttırmıştı. İçinden bir fotoğraf düştü. Deniz kıyısında kumların üzerine oturmuş bir kadının, bulanık ve habersiz bir çekimiydi. Ufka doğru oturmuştu, başını yana çevirmişti, bir gürültüye dönmüş olabileceği izlenimi uyandırıyordu. Ancak meraktan ziyade donuk bir ifade yer etmişti yüzüne. Üzerine beyaz, askılı bir elbise giymişti. Orta yaşlı, zarif birine benziyordu. Fotoğrafın arkasında bir telefon numarası yazılıydı.  

Bunca gizem yorgun düşürmüştü, fotoğrafı çekmeceye kaldırıp yatağıma uzandım. Rüyamda kadını gördüm. Aynı vaziyette, dondurulmuş bir halde sahilde oturuyordu. Şiddetle esen rüzgar bir tek onu teğet geçiyor gibiydi, ne saçları ne elbisesi kımıldıyordu. Baktığı yere kafamı çeviriyordum, parlak ve bembeyaz bir ışık gözlerimi alıyordu, başıma giren keskin acıyla uyandım. Ter içinde kalmıştım, yastığım ve çarşafım ıslanmıştı. Bir duş alıp işe gitmek için hazırlandım. Fotoğrafı ceketimin iç cebine koyup çıktım. Normalde evime yakın olan durağa yürür ve fabrika servisinin gelmesini beklerdim. Ancak bugün erken çıkmış ve yolumu uzatmıştım. İki cadde ilerideki durakta bekleyecektim. Yol üstünde ankesörlü bir telefon vardı, numarayı arayacaktım. Ne diyeceğimi bilmiyordum, belki kadın açardı. Ne demeliydim, ‘’fotoğrafınız bende’’ mi, gelip getireceğimi söylesem sapık olduğumu düşünürdü muhakkak. Hem bu fotoğraf elime nasıl geçmişti, benim çekmediğimi nasıl kanıtlayabilirdim? Zarfı görünce yasak bir iş çeviriyormuşçasına çantaya atmış işe gitmiştim. Evimi gören bir kamera var mıydı ya da komşunun radarına düştüysem, ne fena! Ya fotoğrafçının telefonuysa bu. Benim çektiğim fotoğrafın sen de ne işi var demez mi? Ya aşığıysa, bu kıskançlık davası olur mu? Ben dayak yemek istemiyorum. Bu düşüncelerle yürürken tam vazgeçmek üzereydim, saate baktım. Servisin gelmesine beş dakika kalmıştı. Gittiğim yoldan devam edersem ve oyalanmadan hızla gidersem yetişirdim. Geldiğim yolu dönüp her zamanki beklediğim yere gidersem geç kalabilirdim. Yolu yarılamış, ankesörlü telefona yaklaşmıştım. Adımlarımın arasını açtım, bacak kaslarım alışkın olmadığı esnemeye acıyla karşılık veriyordu. Koşmaya başladım. Aniden bir yorgunluk çöktü üstüme, yere uzanmak ve derin derin nefes almak istiyordum. Durak görünüyordu, servisin motor sesini duymuştum, ki bunu ben uydurmuştum. Son gayretimle kendimi cesaretlendiriyor, pes etmemek için dudaklarımı ısırıyordum. Ankesörlü telefonun yanından geçmek üzereyken omzumu çarptım, bu beni sendeletti ve yola savurdu. Gayriihtiyari durmak ve bakmak zorunda kaldım. Telefon çalmaya başladı. Çirkin, tiz bir ses aynı tonda ötmeye devam etti. Çevreme göz attım, sokakta yalnız gibiydim. Her kimden ise karşılık bulmalı ve bekletilmemeliydi. Israrla çalmaya devam eden telefon düşüncelerimden kurtararak kulübeye girmeye yöneltti beni. Karşımdaki despot kişiliği kızdırmaktan korkarak hızla telefonu kulağıma dayadım. Bu sırada servisin durağa yaklaştığını ve kornasını çaldığını fark ettim. Eğer şimdi çıkar ve bağırarak koşarsam, sesimi duyurup şoförü durmaya ikna edebilirdim. Bu nedense bana pek zor geldi. Ben koşarken, servisteki işçiler kafasını benden tarafa çevirir, şu koşana bakın diye dedikodumu yaparlardı. Servise bindiğimdeyse özür dilemek zorunda kalırdım, suratım pancar gibi kızarmış, atletim terden ıslanmış olurdu. Utanarak ilk boş koltuğa çökerdim ve bu şoförün hemen arkasındaki koltuk olurdu, oraya kimse oturmaz. Dikiz aynası gerginliğimi arttırırdı ve olur olmaz bakışmalarla yolu devam ettirirdim. Bu kadarı olsa iyi, ya müdürün kulağına giderse bu olay? Şu caddeden aldığımız adam bizi bekletti, sorumsuz derseler? İşte o zaman hiç iyi olmazdı, gün boyu disiplin timsali olan şefi başıma dikerler, diken üstünde iş yapmama neden olurlardı. Bu elimi ayağıma dolaştırırdı, yavaşlar, malları indirirken tökezlerdim, daha kötüsü belki yere düşürürdüm. Hatalarım biriktikçe arkadaşlarım kıs kıs gülerdi. Onlar rahatça mola verirken ben tek sigara yakamadan günü kapatırdım. Berbat bir gün olacağı aşikardı ama bana zor gelme sebebi bunlar değildi. Numarayı aramanın getireceği belirsizlikten kurtulmuştum ve hala merakımı giderme şansım vardı. Neredeyse ahizeyi kulağıma sokmuş gelecek en ufak tepkiyi dört gözle bekliyordum. Servis durakta beklemeden gazı kökleyerek uzaklaştı. Telefonun kapanma sesi duyuldu. Üç defa, aynı tonda. Plastiğin soğuğunu kesmeden yere çömeldim, yay gerildi. Tuvaletimi yapacak pozisyondaydım, durakta insanlar belirmeye başlamıştı. Yanımdaki yoldan birkaç araba ve tır geçti. Tırın şehir içinde ne işi olabileceğini düşündüm, saatime baktım, işe geç kalmıştım. Eve dönmek üzere kulübeden çıktım. Rapor alamayacak kadar hasta olduğumu söyleyecektim. Veya belki annem ölmüştü, dünya mı gözüme görünecekti? Bana ses etmeyeceklerini düşündüm, gerekirse mesaiye kalırdım, kimsenin hakkı kalmazdı.  

Akşama kadar uzanıp dinlendim. Acıktığımı fark ettiğimde kahvaltı yaptım, zeytin yumuşamıştı, köye dönmek istiyordum. Cebimdeki fotoğrafı çıkardım. Kadın hala aynı yöne, aynı donuklukla bakmaktaydı. Saçları beyazlamış gibiydi. Ölen ablama nefretle doldum. Çocuğunu babalık nedir bilmeyen bir herifin eline bırakmıştı. Belki bu kadın da ölmüştü, kocası nasıl bir adamdı, çocukları var mıydı? Uykum geldiğinde kıyafetlerimi değiştirmeye üşenerek öylece uydum. Rüyamda aynı fotoğraf karesinde yeniden buldum kendimi. Bu sefer kadın denize bakıyordu, izlediği olaya ilgisini yitirmiş olmalıydı. Ne gördüğünü bilmek için kıvranıyordum. Beyaz ışıktan korkarak suratımı kadından başka yöne çevirmedim. Rüzgar şiddetini yitirmişti, hafif bir meltem esiyordu. Yüzümde dolaşan sıcak hava gerginliğimi azaltmıştı. Denizi izlemeye başlamıştım. Sol tarafımdan ince bir ses geldi. Bu bir kaz sesine benziyordu. Kazların sayısı arttı, melodik bir şekilde ses çıkarmaya devam ettiler. Şimdi de huzurumun kaçmasından, rüyamın sona ermesinden korkmaya başlamıştım. Her tiz ses ile yerimde sıçrıyor ve refleks olarak dönmemek için sürekli kendime talimat veriyordum. Neyse ki sesler dindi. Bir müddet denizi izledik. Kadın ağırca başını çevirdi. Kazlar yeniden alevlendi, bu sefer uyumsuzca ötüyor, birbirlerinin sırasını gözetmiyorlardı. Herkes ötmek istiyordu ve kimse duyulmuyordu. Artık rüyamın bir tadı kalmamıştı, sesler başımı ağrıtmaya başlamıştı. Gözlerimi kapatarak başımı çevirdim. Uyandığımda güneş doğmuştu, evde birileri vardı. Banyodan tıkırtılar geliyordu. Klozetin kapağı örtüldü, sifona basılmadı, terliğin fayansta çıkardığı sesleri dinledim, kapı açıldı. Koridorda gezinti devam etti, benim uyuduğum odanın önüne gelindiğinde çekyatta dikleştim. Kapının cam olan kısmından silüeti seçiliyordu. Beyaz bir kıyafet giymişti. Elinin kapı koluna uzandığını gördüm, tüylerim kabarmıştı, her an tehlikeye hazır vaziyette tetikteydim. Ancak kol aşağı inmedi, kilidin çevrilme sesini duydum. Hızla koltuktan inerek kapıya gittim. Kolu indirdim, kapı açılmadı. İndirip kaldırmaya devam ettim, kalçamla kapıyı tekmeledim, omzumla destekledim. Kapı sağlamdı, kırabileceğime olan inancım zayıfladığında yere çöküp beklemeye başladım. Ellerimle acıyan omuzlarımı ovuyordum, evden çıkmak için yarım saatim kalmıştı. Yere düşen fotoğraf gözüme çarptı, emekleyerek onu almaya gittim. Bir kız çocuğunu kafasını denize çevirmiş olarak buldum, üstünde kül rengi bir kazak vardı. Saçlarını iki yandan örmüştü. Fotoğrafın arkasında numara yazmıyordu. Buna evime gelen hırsızın sebep olduğuna emindim. Ben uyurken fotoğrafın aslını almış yerine bunu koymuştu. Saate baktım, işe geç kalmıştım. Uzanmak üzere koltuğa çıktım. Kapıdaki silüet küçülmüştü, üstünde gri bir kıyafet vardı. Kapının kilidini açtı. Uyuyor numarası yapmaya karar vererek gözlerimi kapattım. Hırsız içeri girdi, yanıma gelerek elimde tuttuğum fotoğrafı aldı. Geri döndü, kapıyı kapattı ve gitti. Dış kapının kapanma sesini duydum. Gözlerimi açtığımda hala sahilde olduğumu fark ettim. Kazlara başımı çevirdiğimde sarsılmış ve düşmüş olmalıydım. Hırsızın gerçek olmadığını anlamak beni rahatlatırken doğruldum, bu sırada karnımın üstünden bir şey yere düştü. Düşen bana ait olmayan bir telefondu, incelemeyi erteleyerek kadının oturduğu yere baktım. Kumların üzerinde kimse yoktu. Dalgalar tasasızca kıyıya vurmaya devam ediyordu. Şaşkınlıktan başımı çevirmemem gerektiğini unuttum, korktuğum başıma gelmedi, ışık patlaması olmadı. Rüyadan da rüyada da düşmemiştim. Kazlar ortalıkta görünmüyordu. Telefonu incelemeye başladım. Tuşların çıkardığı seslerle oyalandım bir müddet, telefonun içi boştu, ne bir resim ne de numara vardı. Saatleri tükettiğimde artık sıkılmıştım, uyanmak istiyordum. Güneş batmak üzereydi, aklıma parlak bir fikir geldi. Telefonun kamerasını açtım, ayarlarını yaptım ve yüzüme doğrultarak tuşa bastım. Flaşın patlamasını beklerken gözlerimi kırpmamak için dikkat ediyordum. Yanmaya ve sulanmaya başlamıştı. Tam ışığın patlayacağı sırada dayanamadım ve gözlerimi sımsıkı kapattım. Karanlığın içine kırmızı ufak daireler erişti. Islak kirpiklerimi açtığımda esen rüzgarla içim titredi. Hala sahildeydim. Çektiğim fotoğrafa bakmak istedim. Flaş patlamıştı ancak yüzüm görünmüyordu, daha dikkatli bakmak için yakınlaştırdım. Artık kendimin olmadığına emindim. Denizi çekmiştim. Sahilde birkaç kaz yavrusu vardı. Kimisi içine kapanmış uyukluyor kimisi ortalıkta geziniyordu. Biraz önce orada olmadıklarına emindim. Bir fotoğraf daha çektim. Flaş yüzüme patladı. Babamın evinde uyandım.