Gecenin büyüsüne kapılıp gözümüzü yukarılardan alamadığımız o efsunlu anlarda, göğümüzde kayınca dilek tuttuğumuz yıldızları değil de hayatımızdan kayıp giden anları düşünürüz zaman zaman. Hayat ne denli manidardır ki, iki günlük körpe hisleri kırk senelik hatır dolu zamanlar gibi sunuverir önümüze. Karşı çıkabilmek ne mümkün. Akıp gideriz, durup göremeyiz, tutunamayız zamana. Ömrün karelerini dondurmak hissi insanın içine düştüğünde, mutluluktan bulutları kucakladığı o nadide anlardansa boğazda düğüm oluşturan o saatleri hatırlayıp o düğümü çözme çabası içine girer ancak nafile.

Seneler önce suları ıslatamadığından yakınan şairin bahsettiği şeyi o düğüme ekler, daha da açılmaz bir şey haline getiriverir sonra kolayca. Yürek yakan acıları bu denli hatıralarda saklayıp, dağlar dolusu yükü zaten engebe dolu olan o yolun önüne çıkarmak ne denli mantıklıysa, bu eylem de ancak o kadar mantıklı olabilir. ‘Seneler boyunca kutu kutu anı biriktirmenin, bazen bir faturayı bile saklamanın sonrasında, bakıldığında mutluluktan çok hüzün verdiği gerçeğini hangi kutuda saklayacağım’ diye sorar kendine, acizce. İnsan, akıllanmayandır. Kendine sorduğu soruların cevaplarını bile bile, söz geçiremediği şeyleri devasa bir yangın içerisinde kül olan bir yıkımı izler gibi izler. Unuttuğu tek bir şey vardır; insan, tüylerinin iyileştiriciliği bir yana dursun yanınca küllerinden yeniden doğan bir zümrüd-ü anka kuşu değildir. Yine de, kendine geç kalmamayı öğrendiği an, külleri yeniden doğmak için yüreğinin kapısının ardında onu bekliyor olacaktır. Yüreğinizi bekletmeyin.