Hastanenin kapısından girdim. Bilirsin, klişe bir laf vardır. ‘’...Buraya sağlıklı giren, hasta çıkar…’’ Ben yoldayken hastalanmaya başladım. Fiziki bir rahatsızlıktan söz etmiyorum. Daha çok zihinsel bir arızalanma benimki. Hissedersin bazı yok oluşları. Ben delirdiğimi hissediyorum. Hassasiyetim beynimi yakıyor. Oysa bir psikiyatristin yazacağı reçete bitirecek bu işi. Her gün iki defa, tokken uyuşturacağım beynimi. Yok oluşuma duyarsızlaşacağım. Hissetmeyeceğim. Ben hastane yolundan da bahsetmiyorum. Hayat yolculuğundan bahsediyorum.


Bir dolmuştan farkı olmayan asansör yolculuğunun ardından kapı açıldı. Kırmızı renkle, kalın harflerle yazılmış MORG yazısına takıldı gözlerim. Acil çıkış butonuydu benim için ölüm. İşin içinden çıkamadığımda camı kırıp basacaktım düğmeye. Afet toplanma yeri olan cami avlusunda vedalaşacaktık en yakın dostlarımla. En büyük afet kıyamettir ve ölüm de kişisel bir kıyamettir günün sonunda. O kadar da önemli olmadığımı anlayacağım gün hayatta olmayacağım. Ölümümün ertesi gününden söz ediyorum. Sence de biraz şanslı değil miyim?

Ben ölümle barışığım sevgili okur. Babam bana, dönebileceğini söylese ve fikrimi sorsa ‘’yat uyu’’ derdim ona… ‘’Senden sonra çok parlak şeyler olmadı. Güzel hiçbir şey kaçırmadın.’’ Ama erkenci davranmak da istemiyorum. Olgun bir kararlılıkla basacağım o butona. Yan topa hatalı çıkan kaleciler gibi değil.


Karşıma çıkan hemşireye kan vermeye geldiğimi söyledim. Hastaneden çıkıp bir Kızılay çadırına geçtik. Kurumsal aptallıkla devlet aklı birleşince ortaya Türk ustadan bir spesiyal çıkıyor. İsmi ise, ‘’Saçmalıktan Seçmelik’’



‘’Ne zaman sigara içeyim hemşire hanım?’’

‘’1,5-2 saat kadar bekleyin isterseniz.’’

‘’İçersem ne olur peki?’’

‘’Başınız döner’’

‘’Teşekkür ettim.’’


Ve yürümeye başladım. 


Yalnızlıktan ve yapacak hiçbir şeyim olmadığından hastaneye gelip kan verdim. Bari damarlarımda dolaşan kan bir boka yarasın.


Bir çay bahçesi bulup oturdum. Mecidiyeköy’deyim. İstanbul’un bir semti Ankara olsa, bence orası Mecidiyeköy olurdu.  


‘’Bir su, bir çay ve bir tane limon.’’

‘’Limonu çaya mı dilimleyelim ağbi?’’

‘’Hayır, ikiye bölün ve bir tabakta getirin mümkünse.’’


Genç çocuk isteğimi çok sorgulamadan içeri geçti. Birkaç kişi oturuyor etrafta. Biri var mesela, bir kadın var. Elleri sürekli kolyesinde ve bacakları bir basketbol topu gibi sekiyor. Ben onun birkaç metre çaprazından görüyorum bir şeyleri saklamaya çalıştığını. Karşısındaki salağın bir boktan haberi yok. Lensle bakıyor hatun kişiye. Lensin rengi, tozpembe. 


Çaydan bir yudum aldım ve limonu suyun içine boca ettim. Bir sigara yaktım. Tütün bittiğinde tansiyonum da düşmüş olacak. Ani bir düşüş. Gözlerim kararacak. Ellerim titreyecek. Başım dönecek.


Tek seferde içtim limonlu suyu. Yavaş yavaş normale dönüyordu kalp atışlarım. Ölümüme standart hızında yaklaşmaya devam etmem için mühimdi bu konu. 

Tam karşımdaki çıkış kapısının üstünde asılı bir cümle dikkatimi çekti: ‘’Ya hayır söyle ya da sus.’’

Hazreti Peygamber’in bu sözünü kapının üzerine asarak ortamı bir baskı altına almıştı mekanın sahibi. Zekice bir hareketti bu, bana kalırsa. Belirli bir kitleyi yönetmenin en kolay yolu, konuya dini bir açıdan yaklaşmak değil miydi ne de olsa?


Ben gerçek bir şeyler arıyorum. Onunla uğraşırken nabzım artacak. Hata payım yükselecek. Yaşadığımı hissedeceğim. Kaşımı yarıp uyuşturucu doldurduğum ve onun kuryeliğini yaptığım bir şey de olabilir bu, masabaşı bir şey de. 29 yıl, 9 ay, 19 gündür bunu bekliyorum. Ve fark ediyorum yavaş yavaş yaklaştığımı. Hissediyorum nefesimin açılacağını. 


Önce kendimden bahsedeceğim biraz.

Sonra o gerçek şeyleri açacağım.

İsmim, Mutlu Eski. 


Ve baştan söyleyeyim, vasiyetimdir, mezar taşıma kırmızı, kalın harflerle aynen şunları yazın:


''Ya sus, ya vicdansız ol.''