Begonviller sarıyor sevdamın kerpiç duvarlarını. Aldanıp sıcağına pastırma yazının, açıyor bir bir beyaz çiçeklerini. Öyle davetkâr ki kokusu, gidemedim bir arka sokağa bile.

Yaz bitip güneş çekilince geldiği yere, ne pembe yaprakları kaldı ne de yalancı beyazı... Kara bir gölge düştü dört duvar yalnızlığıma. Nemli bir toprak kokusu, kurumuş birkaç dal parçası…

Ve tek bana ait olan gerçeğim…

Söylemeyi bilmeyen dudaklarıma inat susmak nedir bilmiyor kelimelerim, cümlelerim.

Yalnızlık sensin diye başlayan bir şirin sonu olmak istiyorum sonsuz yalnızlığımda.


Öylesine soğuk ki durum, kaç kat giyilmişlikler ısıtmıyor içimi. Sadece cümleler…

Yazamayacağım gün parmaklarımı yakacağım ve hiç acımayacak canım. Bir, “Ah!" bile çıkmayacak dudaklarımdan. Sana yaz(a)mamaktan daha fazla hangi acı yakabilir ki canımı?

Ve kitaplarım...

Tekrar tekrar okuyorum onları… Altı çizilmiş yazıları, işaretlenmiş notları… Eski bir dostu bulmak gibi bir kez daha dönmek o sayfalara, unutul(a)mayanların sevinci parıldıyor sanki satır aralarında. Ve onlar biliyor sadece göz damlalarımı, yalnızlığımın parmaklarıma değen titrek soğukluğunu.

Bir anne gibi değiyor öksüzlüğüme. Bir onlar baş sallıyor anlaşılmazlıklarıma. Sihirli bir el yol gösteriyor kapılara doğru… “Oku,” diyor, “Ya açılır ya açılmaz orası sana kalmış, sen oku…”

İşte bu yüzden göndereceğim adresi bilmeden yazılar yazıyorum, hepsi senin için…


Gözlerim ne kadar dayanabilir seni görmeden? Yüreğim nasıl katlanabilir sevmediğini bile bile sevmeye? Bitiyor işte yavaş yavaş… Her geçen saniye biraz daha azalıyor bendeki sen. Sahi Keskin. İstediğin bu değil miydi zaten?

Ama korkuyorum. Duygularım korkularımla baş etmeye hazır. Ya ben?

Bilmiyorum. Susuyorum.


Sözcüklerin kifayetsiz kaldığı bir andayım. Hayat gökyüzümde bulut yok. Ya da var, ben görmüyorum. Susuyorum.


Aylardır evim kışın aldatıcı beyazında. Ne bir dal çiçek alıyorum baharı hatırlatan ne de cam vazonun içinde boş duran suyu döküyorum. Her şey üst üste geliyor. Kaldıramıyorum.

Ağacımın yaprakları bana küstü, teker teker kuruyup dökülüyorlar. En sevdiğim bir yaprağı vardı, en önde duran. Önce ucundan başladı sararmaya. Sanki her geçen gün biraz daha benimle birlikte sararıyor o da.

Belki de sesimi özledi ama konuşmak gelmiyor içimden. Susuyorum.


Yalnızlığıma sessizliğimi ekleyip sabrımın bana neyi sunacağını merak etmeyecek kadar ümidimi yitirdim. Her yeni gün bittiği yerde başlıyor bu açmaz.

Ayrılık diye bir şey yok artık. Kimsesizliğime ortak, içimde bir yer açtım sana dair. Sözlerimi, sırlarımı sakladım bendeki sana. Gerçekle düş arası bir yer burası. Hayallerimin sarayı. Ve tek sahibi var… Kimse bilmiyor, çünkü susuyorum.


Aklım ermiyor.

Öyle zamanlarımda hissederim tek bir damla düşer toprağa; içinde yaşadıklarım, içinde ben. Taşıyamaz olur artık bu beden. Bir nefesle çıkmadıkça can, yaratana ulaşmadıkça ruh.


Yokluğun değil acıtan. Anlatmak için çırpındığım gecelerde, bulamadığım zamanlarda kaybedilmiş varlığındır bu boş bedeni yakan. Bir ateş parçası kopuyor etimden. Düştüğü yerde eriyor toprak ile taş.


Bilirim, filiz vermeli kimyaya değen her can. Büyümeli, yeşermeli. Yeniden dünyaya gelmeli. Bir sözden bin mana çıkmalı ve söylemeye hacet bırakmadan anlamalı gören göz. Sevmeye uğraşmamalı yanan kalp, o duygu beslenen Keskin ise.


Bütün karanlıklara razıyım, bir nur var ilerde henüz göremediğim. Bilirsin, duymam ben… Ateşe yalınayak basmaktan farksız olmalı hayallerde dolaşmak. Sessiz harflerden cümleler kurmak… Yaşamın tam içinde olup bir o kadar da uzaktan bakmak…

Diyorum ya, akıllı işi değil… Küsmek kendine. Delilik olmalı.

Yürüyorum sessizce ve susuyorum.