Pencerem değişti..
Birkaç ağaç dışında gözlerimi alıp gidecek bir şey kalmadı. Buraya gelmiş oldum. Bu bozkıra. Bir yanım toprak ve kurak bir şeylerin kış telaşı, bir yanım hala biraz ağaç...
O, tek yeşil dağ yamacında hayal ediyorum kendimi. Orda olmak beni bozkırdan koruyacak gibi sanki. Burdan, bu bozkırdan oraya gidersem ruhum açılacak diye her sabah uyanıp geride bıraktığım tüm pencereleri düşünüyorum... Tüm yeşil pencereler geride kaldı. Artık bu pencereden biliyorum...
İnsanlar burda nasıl baş eder bozkırla, bu kuraklıkla, bu durgunlukla?
Bu soruyu sordukça bir baş ağrısı ve devamında saatlerce nükseden migrenim. Yeşil bir şey yoksa burda, bozkırın kanunu geçerliyse burda ben ne yana çevireceğim bakışlarımı?
Benimle aynı olmayan o sözcükler, benimle yabancı bir dil, bir lehçe ve şive gibi önce dinleyip sonra ifadesiz kalıyor. Çünkü konuşursam burda konuştuklarım bir "x" olacak. Çünkü cümlelerimi söylersem, onlara al tarafı bir "bilinmeyen" diyerek geçiştirecekler. Kapatacaklar. Bu sosyolojik bir yok sayma vakası hep süren, yüzyıllardır alnımızda bir utanç.
Buraya girmeliyim galiba...
Nerelisin? Sorusu daha geçmedi henüz. Belki de gırtlağımdaki "K" belli ettiği için beni, bu çokça zararlı ve travma soruyu sormadılar bana henüz. Sormasınlar da.
"Bu benim bozkırım değil..."
Bir ah çekersem tekrar bunu diyeceğim.
Şimdilik bunları bırakırsam, ki bırakmam için susuluyor karşımdaki yüz. İçimden içime bir ses "Bu kuru toprağın yabancısıyım."
Burda sussuzluğu dinliyorum. Kadınlar bana baştan aşağı bakıyor. Bir yabancıya nasıl bakılırsa öyle. İçlerinden biri var hepsi kalkıp gidince o, bir sigara yakıp karşımda durağan yüzüyle, sussuzluğu anlatıyor bana. Böyleyken herşey burda bir nehire düş kurmak olağanüstü ben de. "Şimdi bırak" diyorum içimden bir nehire gitmeyi ve diğer şeyleri. Çünkü günlük sancılarıyla kuşanıp duruyor insanlar burda. Benim bozkırım burda değil. Orayı hiç bilmeyecekler, merak etmeyecekler yok sayılmayla büyüyen, kuruyan ağaçlarımı.
İkimiz korkuyor olabiliriz birbirimizden. Anlatamıyorsak bir ağacı, oturduğumuz o masada, bir pencereye başka sancılarla bakınıyorsak, önce kim susmuşsa o konuşsun diye bekliyoruz.
Bekliyoruz...
Bir bozkır başka bir bozkıra hiç benzemiyorsa orda nasıl duracağız bir suyun hayalinde. Önce bakışlarımı alıştırıp sonra uzun uzun köylerin sorunlarını konuşup, sonra bir toplumu ve bozkırlarından söz edip ikimiz de çekiliyoruz kendi bozkırımızın sınırlarına. "Beni tanıyor musun?" diyen bir sesin bölüşü ile odağım değişirken pencereye, "Seni tanımıyorum" diyen bir yabancılık gelip buluyor beni. Yine de iyi oynuyoruz tanıyoruz gibi davranmayı.
Şehirlerden kurtulup ovalara hayran olan iki yabancının aynılığı dışında olmayan benzerliğimizle önce dilimizden sessizliği paylaştık bir süre. "Suyu biliyoruz" dedik. Bu kuraklığa bir su gerekir. Bu kuraklığa bir su. Suyu biliyoruz dedik ve iki yabancının farklı şivesiyle bir lafı tuttuk bu bozkıra. Dağ yamacında duran o ağaçlara suyu düşündürdük. Suyu biliyoruz dedik. Belki de bilmemiz gereken tek şey burda bir suyu bilmek.
Bozkırda bir suyu bilmek dışında hayatın işine ne yarar ki ? Öğrendiğimiz sayfalarca teorik bilgiler, konuşmalar, dünyalar, hikayeler hep yamuk duracak suyu bilmek bilgisi karşısında çünkü. Şehirde öğrendiğimiz bu dil yamuk. Burda eğri oturup düz konuşmak suyu bilmek kadar önemli. Çünkü bir ağacı kurumaktan korumaktan bahsedilir burda. Bir meyvenin olgunluğu, bir geçim derdi, kış telaşı, kurutulan biberler, patlıcanlar, üst üste bir kolye gibi evlere dizilmiş sebzelerin önemi bir hayat bilgisi burda. Suyu, bu yüzden bilmek geçiyor burda. Güneşin doğuşu ve batışıyla öğrenilen bir zamanın kanunu şehrin kanunundan daha keskin ve daha işe yarar bir cümle.
Kadın sessizliği bozuyor. "Suyu bilmeyi yüceltiriz" diyor. Hayatımın hiç bir eğitim evresinde duymadığım bu sözü burda, üstelik bu yabancı duruşumla öğreniyorum.
Suyu yüceltmek çünkü bu bozkıra bir ağaç dikmek için en önemli dua.
Ve kim kesiyorsa burda ağaç, önce lanetleniyor işte. Bozkır büyümesin diye bir ağaca bel bağlamak şehirde kesilen yüzlerce ağacın ahını alıyor sanki. Suyu bilmek önemli. Burda ağacı kurumaktam, kıştan korumak önemli...
Dağ yamacında bir ütopya kurulu bu bozkırda. İnsanların ihtiyacı ne bir para ne bir şan ne de şöhret. Çünkü karnı doyuran, çünkü evi ev yapan sadece suyun bilgisi ve ağacı kurumaktan koruyan da.
Çünkü kimin koltuğu sarsılmış önemli değil, Ankara'nın boşboğazlığı, hangi ünlünün kiminle ne yaptığı da değil önemli olan. Bu bozkırda bir suyun bilgisi geçiyor sadece. Sussuzluğu başka bir öfkeyle doldurmuş, örtmüş gelenekler, görenekler biliyor aynı zamanda burası. O yüzden bir yabancı hemen belli oluyor bir uyumsuz gibi. Kabul edilmen için onlar gibi davranmalı. O yüzden aynı dilden konuşmak mümkün olmuyor çoğu zaman benim için. Sadece suyun bilgisi önemli burda. Suyun bilgisiyle konuşmak dışında susuyorum burda o yüzden ben de...
Kalkıp gidiyor kadın...
İçimde bir an. Pencerem değişti. Bu bozkıra yabancıyım. Bir başka yabancılığı öğrenmeye geldim. Suyun bilgisi önemli burda. Bunu bilirsem şu dağ yamacında duran ağaçlar gibi durabilirim bu bozkırda...
18.20