Birbirlerini yaralarından tanıyanlar, şiirlerin aynı dizelerinin altını çizerlermiş.


Yarayla alay etmeyenler, aynı dizeleri not ederlermiş defterlerine.


Sen göğe bakınca gök üzerine turuncu bir tül sererdi. O turunculukta tutmak istedim hep elini, o turunculukta öpmek belki de cennetin provası gibi tebessümünden.


Cennetteki kuşların cıvıltısını merak eden çocuklar, yüzleri ve kaderleri esmer olan çocuklar, seni dinliyor varoş mahallelerde. Onlar da biliyor, durup dururken insanın senin sesini göresi geldiğini.


Aşkının sırrının altında kalmaktan hep korktum, dizlerim çözülmedi, omuzlarım düşmedi. Aşkının sırrını taşıdım. Yanımda misal, ormanların arasına dalıp derin bir nefes çekerken ağaç yapraklarını kıpırdatan rüzgârdır sen söz gelimi, yorgunluktan çökülen bir taşı oyardı belki de isminin baş harfi.


Gülüşün bir kusur gibi dudaklarının karşısında. Yokluğun uçurumlar bırakırdı hayatıma, uzaklaştıkça yanımdan derinleşirdi yükseklikler.


Üstüme sinmişliğin olmadı hiç, birbirine karışan kokularımız olmadı, burunlarımız hiç rastlamadı birbirine, ellerimiz kenetlenmedi. Düşlerimizde buluştuk, rüyalarımızda gezdik, ayrı ayrı sarhoşluklarımızda öpüştük. İçimizin yorulduğu zamanlarda nefeslerimiz birbirine ilerliyordu ama, gözlerimiz tam karşıdan birbirine bakıyordu. Boynun, boynun güneşe meydan okuyordu sıcaklığıyla ve gün batımını kıskandırıyordu güzelliğiyle. Başın düşmedi hiç omzuma, saçların boynumu huylandırmadı, rüzgâr getirdi hep kokunu burnuma, nefessiz kaldım öyle zamanlarda, kokunun üzerine hava girmesin diye.


Gecenin karanlığı turuncu tülü kaldırdı gökten. Ellerin ellerime değmedi, ellerin değmedi ellerime, ellerime ellerin değmedi... Belki bir göz kırpımı kadar vakit kalmıştır, bir rüzgâr esimi ya da, kim bilir iç titremesi gibi kısa ama kendisini getiren bir halimiz vardır belki de...


Kelimeleri yoluna dökmüşler, güzel sözcüklerin hepsi utanmış isminle karşılaşınca...