Bir takma dişim yok. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum. Ama bazen bazı geceler dişlerimi fırçalamaya üşeniyorum. Yani o diş fırçasının üzerine ne idiği belirsiz macunu sürmek ve dişlerime götürdüğüm fırçamın, biricik dişlerimle bazen sert bazen yumuşak bir şekilde sevişmesini sağlamak iş bitiminde de iki üç defa ağzımı gargara yaparak temizlemek bana çok zor geliyor. Bunun yerine bir bardak su içip yatmak daha kolay bir çözüm gibime geliyor. Ben iğrenç bir insan değilim, sadece hayat çok zor ve herkes dünyada olduğunu umursamıyormuşçasına otuz iki diş gülümsüyor. Ben gülümsemek yerine genel olarak tebessüm etmeyi tercih ettiğime göre ve muhtemelen Şeyma Subaşı’nın buyurduğu gibi her tercih bir vazgeçiş olduğuna göre benim bazı geceler dişlerimi fırçalamamam kimseyi ilgilendirmemeli. Evet belki bazılarına göre özsaygımı kaybetmiş olabilirim ama her gün patronu daha çok kazansın diye sabahın köründe ya da gecenin alacakaranlığında evine dönen insanlar bana özsaygıdan bahsetmesin lütfen. Bu yüzden bu konuda muhatap alabileceğim ve fikrini dinleyebileceğim tek insan, Erol Büyükburç. O da saksıdan ibaret olmadığını beyan edeli epey oldu. Ben de saksıdan ibaret değilim sadece şu an takma dişi olmayan fakat kuvvetle muhtemel gelecekte takma dişi olacak bir insanım. Yani emeklilikte yaşa takılmamayı beklerken aynı zamanda emeklilikte dişe takılmamayı da bekliyorum.
Yine de yaşamayı seviyorum. Her ne kadar bana her gün bir şeyler öğretmek zorunda kalsa da ve bu öğrendiğim şeyleri reddetmek mümkün olmasa da yaşamak güzel şey ve Nazım Hikmet hep haklı. Ve fakat yaşamı ya da Nazım’ı seviyorum diye yaşamın gereklerini yerine getirmek zorunda da değilim diye hissediyorum. Bu bir terzinin ip ve makine ile olan mücadelesine benziyor. Bir terzinin bazen canı çok sıkkın olabilir ve bu ahlaka mugayir bir mesele değildir. Sonuçta sıkılmak her mesleğe uygun bir his. Terzileri ezdirmem. Bu arada canı çok sıkkın olan bir terzi bir iple bir elbise yapmak yerine o gün bir babet çorap yapabilir. Ve ben o babet çorapları sırf o terzi bir üretim yaptı diye sevmek zorunda değilim. Bu da ayrı konu tabii. Ve o babet çorapları sevmediğim zaman da hayatıma kaldığım yerden devam etme hakkına sahibim. Çünkü hayat devinimsel ve rasyonel. Zaman ilerlemek için bireyin babet çorabı sevip sevmediğini umursamayacak kadar acımasız. Ben herkese çok önemli görünen her şeyi önemsemeyecek kadar üşengecim. Sanırım bu Oblomovcu bir yaklaşım. Ya da sarkastik Nejat İşler ruhumu esir aldı. Zaten o Oblomov değil mi bizi itinayla mücadele düşüncesinden alıkoyan şahsiyet? Yatacak yeri yok aslında ama ona bağlı kalmak çok hoşuma gidiyor. Çünkü değişim aynı zamanda bir hareket gerektiriyor. Fakat hareket yaşadığım topraklarda sadece Megastar Tarkan’a ya da Süperstar Ajda’ya yakışıyor. Bana değil. Ben düşünce adamıyım. Bunun farkındayım ve hala düşünüyorum leblebi ve fındık nasıl ki aynı kapta olmaz ise beden ve ruh uyumu olmayan bireyler nasıl tek bir vücutta buluşabiliyor? İşte bu sorunun cevabını aramak ve bulmak için yaşıyorum. Acıyı seviyorum. Çünkü Türkiye’de yaşıyorum, her sabah uyanıyorum, işe gidiyorum, işten geliyorum, ebeveynlerimi dinliyorum, bir şeyler izliyorum, bir şeyler okuyorum ve uyuyorum. Kısır bir döngünün içindeyim. Ya da bir deneğim. Yakışıklı bir tavşan olmadığımı biliyorum. Belki de çirkin bir fareyim. Umudum ise birçok insanın Victor Hugo’yu okuması. Çünkü o zaman anlaşılır aslında güzelin geçiciliği ve çirkinin önemi. O zaman anlaşılır çirkin bir farenin de sevilebileceği.
Sonuç olarak bir takma diş istiyorum. Beni terk etmeyecek ve uyumadan hemen önce onu tamamen özgür irademle bir bardak suya teslim edebileceğim bir takma diş. Ne olur bana bir takma diş verin, daha fazla yazmak istemiyorum.