Tanrı olmak Tanrı gibi hissetmekten geçer. Ve onun gibi hissetmek istiyorsanız onun gibi düşünmeniz gerekir. Bunu yaşamının en kolay yolu, sonucunu bildiğiniz bir eylemi gerçekleştirmektir. Örneğin daha önce tatmamış bir bebeğe limonu tattırırsanız yüzünde oluşacak dalgalanmaları ve tepkiyi tahmin edebilir, hatta bilebilirsiniz. Lakin bunu izlemek anlam veremediğim bir şekilde insanoğluna zevk verir. Sonucu bilindiği halde yapılan bu deney, öleceğini bildiği halde yaşaması gibi, insanoğluna özgü bir acizlik. Gerçi bu sadece bize özgü sayılmaz. Tanrı da yapar bunu, hem de en büyüğünü. Hayatlarımızla kumar oynar. Ve sonucunu bildiği halde, izlemekten zevk aldığı için yapar bunu. İşe eğlence katmak için olsa gerek, tahtına çıkar ve vurur klaketi. Sarsılmaz hakimiyetini ve yalnızlığını, tatmin etmeye çalıştığı merhametinden büyük egosuyla dengelemeye çalışır. Tanrının bu çirkin çabası, biz çocuklarına da bir şekilde geçmiş olsa gerek. Basit ve değersiz hayatlarımızı da bunun bir parçası haline getirmiş ve sonumuzu bildiğimiz halde yaşamaya devam ediyoruz. Tuhaf olan şu ki bundan zevk alıyoruz. Bebeğin vereceği tepkiyi biliyor olmamız bize tanrı gibi hissettiriyor olsa da tanrı olmak için onun gibi hissetmek kafi olmayabilir. Çünkü naçiz bedenlerimizin, egolarımız ve uzuvlarımız hariç, yönetebildiği çok az şey var. Bu bizi özgür kıldığı kadar, tanrıya ve onun reva gördüğü bedenlerimize tutsaklığımızı güçlendirir. Yine de her şeyi kontrol edebilmek de bizi tanrı yapmazdı. Çünkü tanrı olmanın son sınavı, acımasızlık testinden tam puan almaktır. İnsanoğlunun kaldığı ve kalacağı bu sınavda düşük puan almamızı sağlayan şefkat duygusunun nereden geldiği benim için bir muallaktır. Keza çocukları olarak tanrıdan böyle bir geni aldığımızı düşünmüyorum. Çünkü hiçbir şey vardan yok olamayacağı gibi, yoktan da var olamaz. Bir tek tanrı hariç.