Ekimin yağmurlu bir günüydü. Yıldız Caddesi'nden evime doğru yürüyordum, karnım açtı ve yanından geçmekte olduğum tantunici beni fazlasıyla cezbetmişti. İçeri girdim fakat biraz sıra vardı, sıramı beklerken dört seçenek olmasına rağmen kasanın üstündeki menüye ve arada da tantuninin yapılışına bakıyordum. Ekmek arası tavuk tantuni ve büyük boy ayran siparişi verdim. Neden tavuk tantuni ve büyük boy ayran sipariş ettiğimi sorarsanız çok haklısınız, bunu merak etmek en doğal hakkınız. Tavuk tantuni sipariş etmemin temel nedeni tamamen o anki maddi durumumdan kaynaklanıyordu çünkü herkes et tantuninin tavuktan daha iyi olduğunu bilir, bu bir zevk meselesi değildir! “Madem paran az, o zaman neden büyük boy ayran aldın?” dediğinizi duyar gibiyim. Bunun sebebi ise küçük ayranların yetersizliğiydi. Türkiye çapındaki küçük ayranların en büyüğü dahi iki yüz mililitre olup dört yudumda bitiyor ve verdiğim paraya üzülmekten yemeğime odaklanamıyorum. Bu yüzden hem küçük ayran yüzünden sinirimin bozulma ihtimalini hem de iki ayran arasındaki düşük fiyat farkını göz önünde bulundurarak büyük ayran almaya karar verdim. Siparişi verdikten sonra bir masaya oturup tantuninin gelmesini beklemektense yapılışını izlemeyi tercih ettim. Aşçı, büyük sac tavasına bir sıvı döküp üstüne tavukları atıp karıştırırken ben de bir yandan aklımdan o sıvının ismini çıkarmaya çalışıyordum. Tam da dilimin ucundaydı, aşçıya soracak gibi oldum ama ya utandığımdan ya da rahatsız etmek istemediğimden sormadım. Siparişim hazır olduğunda tabağımı alıp oturmak için etrafıma bakındım, tek sandalyeli bir masa bulamadığımdan sandalyeleri karşılıklı yerleştirilmiş iki kişilik bir masaya oturdum. O kadar para vermeme rağmen tabakta sadece ekstra olarak bir çeyrek limon parçası vardı. Aslında bu beni o an bu kadar da düşündürmedi hatta o zamana kadar hiç tantuninin yanında denemediğim limonu denemeye karar verdim. Cidden çok hoşuma gitmişti, sadece biraz fazla kimyon ve karabiber tadı alıyordum ama bunun haricinde hayatımda yediğim en iyi tantuniydi. Limonu sıkmaya uğraşıp sıktığım yerden ısırık almak o günün en keyif aldığım aktivitesiydi. Bu keyifle beraber tabağa tekrar göz gezdirdim ve naylon tantuni poşetinin üstünde gayet güzel bir yazı fontuyla art arda yazılan “Afiyet olsun, Teşekkür ederiz, Yine bekleriz” yazılarıyla karşılaştım. Bu da şaşırtıcı bir derecede hoşuma gitmişti. Ardından karşımdaki boş sandalyeye baktım ve kendi kendime bu kalıpların artık neredeyse hiç kullanılmaması hakkında konuşmaya başladım. Kendim buna hak verdi ve Türkçenin en güzel ve samimi kelimelerinin yavaş yavaş yok olması hakkında konuştu. Hal böyle olunca konu konuyu açtı ve son zamanlarda hiç kimseyle konuşurken alamadığım kadar keyif aldığımı fark ettim. Konuşma hız kesemeyen bir biçimde devam ediyordu ki gözüm yanımızdaki kaldırımdan geçen bireylere ilişti. Bu bireylerin çoğu elindeki küçük telefonlara bakarak yürüyordu, birbirlerine çarpsalar ya da düşseler ne olacaktı? Gerçi bireylerin hepsinin suratında o kadar kayıtsız bir ifade vardı ki hiç de bunu umursayacak gibi durmuyorlardı, herhalde yollarına devam ederlerdi. Bu düşünceme müteakiben kaldırıma gözlerimi dikmiş boş boş bakıyordum ki yağmur bir anda şiddetini arttırdı. Yağmur damlaları aniden o kadar sert ve hızlı düşmeye başlamıştı ki damlalar tantunicinin tentesini delecek gibiydi. Kafamı masama çevirdiğimdeyse karşımdaki samimi boşluğun kalkıp gittiğini fark ettim. Yağmurun şiddetlenmesinden daha çok moralim bozulmuştu. Çünkü uzun süredir ilk defa bu kadar keyif alarak sohbet ettiğim bir birey masamı hiçbir şey demeden terk etmişti. Büyük ihtimal uzunca süren sessiz tavrım onun oldukça canını sıkmış olmalı. Fakat bundan da önemlisi yediğim şeyin tantuni değil kokoreç olduğunu fark etmemdi. Bir anda hem ağzımdaki tat hem ekmeğin arasındaki et hem de surat ifadem değişmişti. Girdiğim mekanın tantunici değil de bir kokoreççi olduğunu öğrenmem de uzun sürmedi tabii. Bu durum beni çok rahatsız edip sinirlerimi germişti, nasıl böyle bir şey olabilirdi? Ne olduğunu bildiğim halde teyit amaçlı arka masadaki çifte “Bu nedir?” diye sordum. Onlar da “Görmez misin be adam, bu kokoreçtir.” dediler. Şok olmuştum resmen, iyi de ben kokoreç söylememiştim ki… Hemen yemeğimi bırakıp dışarı çıktım ve 100. Yıl Bulvarı'na doğru hızlı adımlarla ilerleyerek bir tantunici aramaya başladım. Şiddetli yağmur her yerimi ıpıslak etmişti. O sırada cep telefonuma bir bildirim geldi, arkadaşım, “Bugün dışarı çıkar mıyız?” diye sormuştu. Ne saçma bir soruydu bu, hiç havaya bakmıyor mu bu acaba diye düşündüm içimden. Tam da ona bu sorunun ne kadar saçma olduğunu yazarken yolda on iki yaşlarında bir çocuk bisikletiyle bana çarptı. Az evvel bulunduğum halden daha sinirli bir tavırla çocuğu azarladım, ama fazla uzun sürmedi. Çünkü siz de takdir edersiniz ki daha önemli bir gayem vardı, hem zaten çocuğun da bu anlatacaklarımdan ders çıkarıp çıkarmaması o kadar da umurumda değildi. Oradan uzaklaşıp biraz daha yürümemin ardından Gazi Anadolu Lisesinin yakınlarında, tabelasında “Mersin Tantuni” yazan bir mekanla karşılaştım. O kadar rahatlamış ve hafif hissediyordum ki size anlatamam. Derin bir oh çekip mekana girdim ve hemen soluğu kasada aldım. O sırada mekanla ilgilenen eleman, “Ne istersin?” diye sordu. Ekmek arası et tantuni ve küçük ayran siparişi verip ardından boş bir masaya oturdum.