İlk önce zihnimi damıtmam lazım. Suya karışmayan, hep üste çıkan bu zeytinyağı misali düşüncelerden sıyrılmam lazım. İsyan kelimeleri var artık her cümlede. Her bir kalpte devrim var. Ruhlara darbe var. Benim sokaklara karışmam için yeniden saf olmam lazım. Açtığım pankartta bir ayna taşımalıyım. Derdimi yansıtmalıyım her yüze, derdimin onların yüzündekiler olduğunu belirtmem lazım.


Bağır, diyor bana rüyalarıma sızan bir ses. Coşkuyla bağır. Açıyorum ağzımı, acı dolu bir çığlık yükseliyor boğazımdan. Kızıyorum kendime, bir daha dene diyorum, bir daha. Boğazımdaki acı geçmemiş ama daha. Sessizlikte cephedeki bir bebek gibi acımı susturuyorum.

Reçetemde yok bir doktor imzası. Yazarlar imzalamış her bir reçetemi. Turuncu reçete diyorum onlara. Hadi imzala, ilacımı almam lazım daha.


Anlayacağın çoğaldı içimdeki sesler yine. Pirincin taşını ayıklar gibi sesleri ayıklıyorum. Hangisi bana ait, bulmak o kadar zor ki. Kelimeler zehirledi beni diyorum. Panzehir olsun diye paragrafları çiğnemeden yutuyorum. Anladın mı, diye soruyor bir entelektüel. Senin ve sizin anladıklarınızı anlamadım. Her kelimeye kendim bir anlam yükledim, bu yüzden sadece kendimi anlayabildim.


Sığınma, diyorum. Bu ses bana ait biliyorum ve rahatlıyorum. Sığınma hayali ruhlara. O ruhlara Tanrı'nın nefesiymiş gibi davranma çünkü hepsi senin içinde tuttuğun soluklarla oluştu. Ciğerlerini patlattı, yaktı. Bu yangına bir çiçek bahçesine karışırmış gibi atılma. Ama, diyor biri. Bu ateşlerin güle döneceğini söylersen sana inanırım. Yanıp küle dönerken bile sana hâlâ inanırım. O, benim tuttuğum soluğumda can bulmuş biri. Düşünüyorum, belki bize de üflenmemiştir Tanrı'nın nefesi. Takılıp kalmışızdır içinde. Bundandır bu kadar acı çekmemizin ve çektirmemizin nedeni.


Bir mürekkep var üstüme damlayan. Başımı kaldırıp bakıyorum göğe. Tanrı, sayfalar kuraklaşmasın diye mürekkep yağdırıyor. Görüyor musun; senin için, benim için, bizim için… Görüyorsun değil mi? Ters aç yüreğini. Ağırlaştın diye korkma. Hangi kuş kanadını istila eden pireler ve bitler yüzünden ağırlaştım diyerek uçmayı bırakmış? Bekle bak, şimdi o inatçı kuşların tüyünden dökülecek saçlarına bitler ve pireler…


Ben yine kendimi idam edebilmek için bir delil arıyorum. Kendimi sorgulayışımda o kadar ileri gittim ki Tanrı kendisine şirk koştuğumu düşünüyor. Bana hesap soranlara “Dur.” diyorum. “Beni sadece yaratıcım sorgular. Bir de bu yaratımı yaratığa çevirmemeye çalışan benliğim.”

İddialı konuşmamı sevmeyip susturmaya çalışırlar beni. Eminim oysa kendimden. Cennetle müjdeledim kendimi. Orada bir hayali sevgili, bir dostum var. Onlara kavuşacağım yoksa ayrılmam benim için bir konfor alanı olan cehennemden.


Küçükken günlüğümü gizli gizli okuyan annem yüzünden yazmayı bırakmadım ben. Asıl onun da beni anlamasını istediğimden daha da keskinleştirdim cümlelerimi. Böyle yazmayı öğrendim ben. Böyle alıştı ellerim kalem tutmaya.

İlk önce kendimi yazmalıyım çünkü zeytinyağının ta kendisiyim. Bir türlü karışamadım içime. Birlik olamadım onca parçamla. Şimdi ben parça parça yalnızlıkta kesikler içindeyim. Sevgiyi hala hissettiğimden çıkmaz sesim. Acı eşiği yüksek olana daha sert vururlar, bilirim. Hadi vur! Sık yumruğunu, indir yüzüme. Ben, sokak ortasında dayak yemekten utanmayan o çocuğu hâlâ taşıyorum içimde.


Matruşka bebekleri gibi her sayfada açıldıkça açılıyorum. Bir uyarı yazısı yok, uçurumun kenarına geldiysen atlayacaksın ve güveneceksin okyanusun sana şefkatli davranacağına. Ki davranacak da. Göreceksin, okyanus en çok uçurumdan atlayanları sever.

Sana defalarca dedim ben aptalım diye. Cesaretle aptallığı karıştıranlardanım çünkü. Daha “merhaba” demeden aşkımı itiraf ederim. Her defasında kabul ettim aptal olduğumu. Çünkü aşkın bir aptallık olduğunu söyleyenleri duydum.

Yazma, diyor biri. Kendini çok deşifre ediyorsun. Yazdığın her cümlen otobiyografinden birer alıntı gibi. Yaşadığımı belli etmek istiyorum belki de böylece. Nabzımı duy sayfalarda. Soluğum keser tenini ama sen bir kağıt kesiği sanırsın.


Şimdi ben tam arasındayım derin bir nefes almakla soluğumu tutmanın. Hadi kabul et, bu kağıt kesiği değil. Ciğerlerimde bile var nefes kesikleri. Niye inat ettim bu kadar yaşamak için? Yazmak için mi? Şimdi bir kalem duruyor elimde intihara meyilli. Onu yaşamaya ikna etmeye çalışmıyorum. Atlarsa atlarım. Sen bilir misin, bazen bir el bir uçuruma dönüşür. Bu yüzden sımsıkı tutmak istemiştim her birinin elini. Elimi bırakanların tutmadım yasını. Bu kalemin de yasını tutmam. Çünkü atlarsa atlarım. Ölürsek benim değil, bir kalemin yasını tutsunlar.


Sırf ayrılmış sevgililerden aldığı ikinci el gülünü satmak için güzel olduğumu söyleyen çingeneler bıraksın taşsız mezarıma demetler. Aşka inanmadığından cebine bir çiçek parası sıkıştırmayan ailelerin çocuklarına gönüllü gül bahçesi olayım. Solarsa solarım. Beni değil, mezarımı sulamayanları suçlasınlar.

Bilirim, yas tutanlar kendilerini hep suçlu hissedenlerdir. Bilirim çünkü… Otobiyografimde de yazar: Ben bir ömrü yas tutmakla geçirdim, elimde intihara meyilli bir kalemle. Soğuk ellerimi mürekkeple ısıtmaya çalıştım. Canını yakan bu cümleler benim ellerimi ısıtamadı ama bir türlü.

Şimdi ayırdığım bu zeytinyağında taşlarını ayıkladığım pirinci pişiririm. Ölümden bahsetme sofrada, kaçmasın tadımız tuzumuz. Ama ben yine de ne olur ne olmaz pirince bol tuz atayım.