M. Altıok'a...
Yan yana dizilmiş
taşların suskun öfkesi,
çocukluğumuzun rüzgar sesiyle
soluklanıyor.
Güneş yavaş yavaş
boynuna sokuluyor,
papatya kokulu saçlarını
teğet geçerek.
Orada, güneşin sıcaklığını kıskandığı boynunda
ve yüzünün engebelerinde
ulaşmaya çalışıyordum kendime.
Yakınımdaki uzaktın,
dikkatlice örtüyordum
yüzyıllardır vazgeçilmeyen ölüm türünün, aşkın üzerini
değerini yitirmesin diye.
İştahla çeviriyorum
şiir kitaplarının sayfalarını
çeviriyorum da
tüm dizelerin ardında sen kalıyorsun
bir de taşların suskun öfkesi.
"yalnızlığın değişmez devriyesi" ay
gökyüzünde devriye atıyor.
Papatyasının yaprakları koparılmış,
yaraları kabuk bağlamış,
babasının azarıyla
ezberlediği halı desenlerine,
taşların suskun öfkesini anlatıyor
bir çocuk susarak.
-suskunluk ki aşkın en güzel şarkısıydı-
Kentlerin en güzel yerinin, en ücra köşesinde,
bir duvar dibinde
suskunluğun şarkısını söylüyoruz seninle.
Bir rüzgar daha sessiz çığlığını koparsa,
kasvetli taşra evlerinin kilidinden güneş içeri sızsa,
gözlerimiz bir çay içimi kadar daha tesadüf etse,
deniz ertesi günlerde,
yan yana yürürken
ellerimiz yanlışlıkla
bir kez daha dokunsa birbirine,
taşların suskun öfkesine susarak
bir rüzgar esimi kadar baksak ikimiz de
sürçecek sanki kalbimiz,
bir yıkıntıyı omuzlayıp
bozguna uğratacak
hırpalanmanın, yıpranmaların, yaraların kabuğunu.
Yokuşları giyindik üzerimize,
çöküntülerin özetini topladık.
bile bile tuz serptik
yaraların üzerine, tütün bastık.
Taşların suskun öfkesinin soğukluğunu
bastık
yanan yerlerimize.
Yaşanmamış bir aşkın ön sözünü yazdık.