Babam, belediyede zabıtaydı. Ve belediye; memurlarına yılda bir defa yazlık, iki yılda bir defa da kışlık giysi verirdi. Memurlar, ellerinde giysi kuponlarıyla Sümerbank’a gider, bedenlerine uygun mavi gömlek, lacivert pantolon, ceket ile bir çift siyah kunduradan oluşan giysilerini alır, yanaklarında gezinen devletin şefkatli eli ile uysal, mutlu mesut evlerine dönerlerdi. Sümerbank’ın ürünleri sağlam olduğundan kolay aşınmaz, yırtılmaz ve böylece zamanla birikir, artık lise çağına gelmiş olan abime ve bana intikal ederdi. Abimin ve benim, lise okuduğumuz toplam beş yıllık süre boyunca bu giysiler aramızda ring etti. Hangi gömlek, hangi pantolon kime aitti, bilen olmadı... Fakat bu baba elbiseleriyle olan muhabbetimiz liseyle birlikte nihayete ermedi. Daha yürümeye başlar başlamaz tutumlu olmayı öğrenmek zorunda kalmış olan bizler, üniversite yıllarında da bu gömlekleri, ayakkabıları yıllarca giyinmeye devam ettik. Biraz dikkatli biri, gömleklerimizin omuzlarında sökülmüş apolet izlerini fark eder, sivri burunlu siyah kunduralarımızın mesela demir yolcularla bir örnek olduğunu anlardı... Velhasıl zaman, hep yaptığı gibi durmadı, geçti ve abimle ben, öğretmen olduk.


Yılların memuru babam, onca emeğinin ardından emekli olmuş ve maaşı kuşa dönmüştü. Ancak bu söyleyeceğim şeyin tek sebebi bu değildi galiba; okutulup meslek sahibi yapılmış evlatların bir şeyler hediye etmesi ayrıca mutlu da ediyordu. Devir değişmişti artık; babadan oğula intikal eden giysilerin yerini, oğulun babaya hediye ettiği giysiler almıştı. Ancak burada söz konusu olan, satın alınıp verilenlerden ziyade, “Beğendiysen senin olsun.” sözüyle el değiştiren kıyafetlerdi. İlk olarak ayakkabılarımı verdiğimi hatırlıyorum. Sonra bir sömestr tatilinde ceketimi bırakmıştım. Ve sonraları, kimi kazaklarımı hırkalarımı babamın üzerinde görmeye başladım. İlk zamanlar yanlışlıkla giyiniyor, karıştırıyor ya da ne giyindiğini önemsemiyor sanmıştım ama değilmiş. Anamın anlattığı bir hikâyeden, işin aslının ne olduğunu anlamış oldum.


Anlattığına göre, anamı istemeye geldiklerinde dedemin üzerinde, belki de hayatında ilk defa giyindiği bir takım elbise varmış. Kız isteme faslı bitip de akşam yemeğe oturulduğunda dedem, “Bu kıyafetler allonun (Babamı kastediyor.) o bana verdi.” demiş. Ama bunu kötü bir şey olarak değil, gururla söylüyormuş. İşte benim kıyafetlerimin yer değiştirmesinin sırrı da buradaydı. Babam haliyle yaşlandı ve bedeni küçülmeye başladı. Benim kıyafetler ona biraz büyük geliyor ama ısrarla giyiniyor bunları. O, giysileri karıştırmıyor, seviniyor oğlunun kıyafetlerini giyinirken, mutlu oluyor. Yaşlılıkla mı gelir yerleşir bu duygular insanın içine, bilmiyorum. Ve benim oğlum olmadığından bunu yaşayarak anlama şansım da olmayacak. Ama düşünüyorum; çocuğunun kıyafetlerini giymek sanki onu sevmenin en derin biçimlerinden biri sanırım; ona yakın olmak, kokusunu içine çekmek, tenini hissetmek gibi...

 

Bu dünyada giysilerin de bir devriyesi, bir tekâmülü var. Ana babadan çocuklara, çocuklardan ana babalara… Evladının giysilerini etinde taşıyacak kadar yakın olanlara aşk olsun.    



Umut Ulaş Çelik

18 Temmuz 2021

Gültepe