gözlerim dönmeyi bırakan duvardaki saate değdi. zaman dursun derken dileğimin bu kadar hızlı kabul olacağını tahmin etmemiştim. varlığını kanıtlamak isteyen tanrıya bıyık altından bir gülüş sundum. bu benim teşekkürümdü. zaman dursa ve bir tür sonsuzluğa adımlasak neler yapardım diye listelediğim kağıdı buzdolabının üstüne kaldırdım. öncelikle nefes almaya başladığımı hissetmek beni kendi içime sığdırtmadı. çığlık oldum, göz yaşı oldum, belki bir feryat, belki ocakta kaynayan bir süt oldum. taştım dışarıya. ne 1+1 evime ne yere göğe.. hiçbir yere sığamadım. soyundum, özgürleştim. tanrının benim için geçtiği kıyağa ona inanmaya devam ederek şükranlarımı gönderdim. daha sonra yıkanmış çamaşırları telde sallandırdım. tıpkı gençliğim gibi. ödenmemiş faturalara göz atıp çay demledim. gece sokaklarının sahibi gazete üstünde uyuyan yırtık montlu bir ayyaş gibi salındım oradan oraya. zihnim boşalmış gibi, bedenim boşalmış gibi bacaklarım titreye titreye dans ettim. tek fark benim elimde çay bardağı vardı, bira şişesi değil. ben hayatı basit yaşardım. zihnimdeki ayyaşın bira şişesine sarılı gazetesini gördüm daha sonra. zaman durmuş yazıyordu manşette, kıyamet yaklaşmış.. o gazeteyi çıplak bedenim için güzel bir kıyafete dönüştürdüm. bira şişesi de yere düşüp tuzla buz oldu zaten. tanrının ellerini boynumda hissetmeye başlayınca bir şeylerin yanlış gittiği aşıklarlaştı. meğer bende gönlü varmış. dileğimi taşkınlık yapayım diye mi gerçekleştirmiş? önünde secde etmek mi gerekmiş? zaten bu hayatta hep birilerine kulluk etmek zorunda kalmadık mı diye isyan ettim. vaveylam kutsal kitaplarda öğretilmek üzere belgelendi. böylece tanrı bana ikinci kıyağını geçti. ve ben cehennemde misafir edildim. beş dakikalık yaşam öyküm zamanın dönmeye başlamasıyla son buldu. tanrının cezasıyla şereflendirildim. duvarımdaki saatin akrep ve yelkovanı hareket etmeye başladı, böylece benim nefesim durdu. zaten bir şeyleri kazanmak için önce kaybetmek gerekmez miydi? yoksa tam tersi mi? bu sefer tanrı bana bıyık altından gülüyordu. ölümümün hüznü yoktu yüzünde ama çay bardağıma ilişmiş kırmızı bir karanfil gördüğüme yemin edebilirdim. üzerimdeki gazete parçası kefenim oldu, bira şişesi kırıkları bedenimi süsledi. hayatımla ödediğim faturalar varken buzdolabına magnetle yapıştırılmış bir yığın fatura umurumda bile değildi ama ben asılmış temiz çamaşırlarıma ve çaydanlıkta soğuyan çayıma üzülmeden edemedim. şimdi yüzümde solgun bir morg soğukluğuyla dönen zamana ayak uydurmak zorunluluğuyla tökezledim ve yeniden rutinlere hapsedildik. ortalama 70-80 yılım böyle geçti. hayata tutunmaya çalışarak, hayatta kalarak.. milyarlarca sıradan bedenler arasında ben de sıraya girdim. monoton hayatımın otobiyografisini patronuma mail gönderdim. yıpranmış ince bileklerim normal olmadığım gerekçesiyle kelepçelendi. benliğimi bulabilmek için birkaç dine inansam da zamanında bana kıyak geçen tanrıyı muhattabıma alarak kıvranıyorum şimdi. soruma cevap ver. kimin normallerine göre yargılanıyoruz?