Adam yedinci kattaki evinin balkonun öbür tarafına geçmiş, elleri korkuluğun soğuk demirini kavramış vaziyette... Anlaşılıyor ki gövdesini taşımaktan vazgeçmek üzereydi. Öyle bir yer ve durumda uzun sayılabilecek sürede, belli ki zihninde son bir şeyin hesabını ya da bir tercihin sıralamasını yapmaktaydı. Önce korkuluğun eteğine bastığı ayaklarını mı bırakmalıydı boşluğa, yoksa ellerini mi ayırmalıydı soğuk demirden? Bunu mu düşünüyordu? Gövdesi yay gibi gergin, başı dik, belki son defa güneşin yüksek binaların ötesindeki bir silüetten ibaret dağların arkasına gidişine bakmaktaydı. 

Güneş akşamüstünden son ışıklarını alıp gittiği sırada içeride telefonun sesi duyuldu. Sesle birlikte yüzündeki dinginlik bozuldu. Sakallarının ve uzun saçlarının kılları birbirlerine sarılmayı bırakıp düşman görmüş mızraklar gibi uçlarını bir yöne çevirdiler. Kaşları seğirdi. Gözlerinin demir parmaklıkları birkaç defa sertçe açılıp kapandı.

Telefon ikinci defa çaldığı halde adam istifini hiç bozmadı. Öyle kayıtsızdı ki sese, varlığa, her şeye… Gövdesinin üstünde bir büst gibi duran başının hayli uzağındaki asfaltta, bir yerlere yetişmeye çalışan arabaların sabırsız telaşı bile, hatta hemen dibinden süratle ağaç kovuklarına, saçak altlarına doğru kaçışan kuş sürüsünün alacakaranlıkta bıraktığı çığlıklar bile adamın gözlerinin kepenklerini açamadı. Ta ki apartmanın dibindeki yol üstünde yüksek sesle birilerini azarlayan bir kadın sesini duyuncaya kadar...

Kadın, ellerindeki poşet kalabalığını ayaklarının iki yanına bırakmış, birkaç metre gerisinde kendisine doğru isteksizce yürüyen çocuğa söylenmekteydi. Adam kadının sesini duydu ama ne dediğini anlamadı. Başını çocuğa doğru çevirdiğinde çocukla göz göze geldiler. Çocuk iki eliyle kavradığı irice elmadan bir ısırık aldığı sırada içerideki telefon tekrar çaldı.

Bileklerini ovuştura ovuştura balkon kapısından odasına girip yatağın üstündeki telefona uzandı. Ekrana bakmasıyla birlikte olduğu yere diz çökmesi bir oldu adamın. Öyle istemli bir diz çöküş değildi bu. Balkonun öbür tarafındaki adamın hiç hesaba katmadığı ve yapamadığı kararlılıkla ellerini, ayaklarını, gövdesiyle birlikte yer çekimine teslim etmişti. Bu teslimiyetin parkedeki sesini, bütün katlar ve hatta hala orada iseler, kadın ve elma yiyen çocuk da duymuştu.

Akşamın karanlığı içinde adam elinde telefon, odanın içinde heyecanla, telaşla ve bariz şekilde sevinçle gezinmekteydi. Nice sonra alnını, balkona bakan pencerenin camına dayayıp balkon korkuluğunu ve bitiminde başlayan koyu, derin karanlığı izledi ürpererek. O kadar beklemişti ki bu çağrıyı! Yıllar içinde kendisi defalarca aramış, aramış ama her defasında sesine bir karşılık bulamamıştı. Sesi çığlığa dönüşüp yankı bulamayınca varlığını yok etmeye çalışmıştı nihayetinde. Acı haberin tez duyulmasına sığınıp kendisine değer veren bir düzüne insana ama en çok da ona ulaşmaya çalışmaya kararı almıştı. Ama şimdi, gelen bu telefonla bayram arifesini yaşıyordu adam.

Banyoda gidip yüzünü yıkadı, saçlarını taradı, belli ki sese karşı güzel görünmek istiyordu. Odasına dönüp yatağına oturdu. Derin, derin nefes alarak cevapsız çağrıyı aradı.

—Alo...

—…

—Ah evet, duştaydım, açamadım telefonu.

—…

—Şey… Çok özledim demek gereksiz belki ama işte öyle. Özledim demeye hakkın yok diye düşünebilirsin.

—...

—Tamam, dediğin gibi sonra konuşuruz bunları, hatta artık gerek de yok…

—…

—Nasıl hatırlamam orayı, hafta sonları ne çok giderdik.

—…

—Evet 10’da orada olacağım, kahvaltı yapalım birlikte.

—…

—İyi akşamlar.

Adamın kalbi yerinden çıkmıştı mutluluktan, acarlaşmış ve sahibinin tüm mevcudiyetini içine alıp sevince boğuyordu. Yerinden kalkmadan okumakta olduğu kitaba uzandı. Parmakları zorlanmadan son okuduğu sayfaya ulaştı. Okumaya başladığı her kitapta ayraç olarak kullandığı yan yana oldukları bir fotoğraf vardı sayfada. Derin bir iç çekti adam, uzun yıllar geçmesine rağmen o günü çok iyi hatırlıyordu. Omuzlarını kavrayan elinin sıcaklığını, gülüşünü, fotoğraf karesinde kendine yer bulmaya çalışan rüzgârın burnuna getirdiği kokusunu…

Yatağa uzattı yorgun gövdesini. Gözlerini kapattı. Kulağına uzaktaki asfalttan motorların homurtularına kulak kabarttı bir süre, tamponları üşüyor mudur acaba diye düşündü. Karanlıkta gülümsedi. Bir yarasa sesi duydu en son. Gövdesini bir yana devirdi ve çok geçmeden merhametli iki el yorganın uçlarından tutup yavaşça üstünü örttü.

Gecenin ilerleyen saatlerinde telefonu tekrar çaldı adamın. Önce kayıtsız kalmak istedi ama sonra ani bir kararla baş ucundaki telefona ulaştı. Bilinmeyen bir numaraydı arayan.

—Evet benim, dedi adam.

—Lütfen telaş etmeyin ama buraya kadar gelmelisiniz! Yol kenarında hendeğe yuvarlanmış bir araba bulduk.

—…

—Rehberdeki isimden yakın olabileceği insanlardan biri siz olduğunuz için sizi aramaya karar verdik. Hem en son görüşme kayıtlarında siz varmışsınız. 

Arayan kişinin telefonuna telsiz anonsları girince yere gecenin ikinci serbest düşüşünü yaşadı adam. Ama bu defa o kadar ses yaymadı etrafa. Hiçbir kattan karanlığa bir ışık yanmadı.

Adam arka koltukta hızla giden taksinin camından dışarıya bakıyordu. Bakıyordu ama görmüyordu sanki.

—Ah abi, dedi şoför. Kötü bir şey olmamıştır, emin ol. Biliyorum o yolları, tekindir. Ha, uyuklamışsa, içmişse bir şey diyemem. Hız da varsa üstüne üstlük… Bir de geceleri abi yollara bir sürü yabani hayvan iniyor. Kirpiler, sincaplar, tosbağalar; direksiyon kıvırmıştır ezmemek için. Bir defasında eşek çıkmıştı karşıma, müşteriden dönüyordum, böyle karşımda simsiyah, kocaman bir şey. Allah'tan hızım iyiydi, çarpsaydım araba pert!

Telefon çalıyor!

—Bizde de hata var abi, sonuçta hayvan. Senin yol dediğine o toprak diyor, bu kadar basit.

Telefon çalıyor!

—Hız yapmamak lazım abi hızz… İkidir telefonun çalıyor abi, bak istersen, belki, ne bileyim, yakınındır.

Adam, şoförün -son cümlesi hariç- tüm konuştukların hiçbirini duymamış halde hala dışarıya bakıyordu.

Ceketinin cebinden telefona ulaştı, arayana baktı, yüzünde bir dalgalanma...

—Baba nerede kaldın? Ben geldim, kafedeyim, seni bekliyorum!