Sen hep böyle yapardın. Üç beş ay bir yerde çalışır, sonra işten çıkar ya da kendini attırır ve sonra bir başka işe girerdin. Tam bir emekçiydin ama altın bileziği olmayanlardan. Biraz garson, biraz çocuk bakıcısı, sonra pandomimci, dış ticaret uzmanı, İngilizce öğretmeni ve benzinlik pompacısı... Ve şimdi de kasiyerdin ve beni, çalıştığın küçük ilçeye çağırmıştın. Gelirdim, gelecektim elbette yanına. Gelip de görecektim, o mavi market tişörtü içinde seni. Başında şapka, koltukaltlarında ter.


Yola çıkınca aklıma, İnsancıklar romanındaki Makar Devuşkin gelmişti. Soruyor ve bir cevap arıyordum; onunki gibi çözülmez bir düğüm müydü sana karşı hissettiklerim? Ağabeyin, arkadaşın, dostun, kardeşin, sevgilin... Neyindim ben senin? İşte, gel deyince geliyordum hemen yanına. Ama bunda bile hazin bir taraf yok muydu? Benden başka kim gelirdi, kimin vardı ki? Seviyor muydum seni yoksa koruyup kollamak mı istiyordum? Bir hazin düğüm vardı içimde ve sana yaklaşınca daha mı karışıyor yoksa çözülüyor mu, bilemiyordum.


Yanına vardığımda, market önündeki dondurma dolaplarını ve çerezleri içeri alıyordunuz. Tam da tahmin ettiğim gibi başında şapkan vardı yine. O güzel saçlarına bir tuhaf tas şekli verene kadar çıkarmazdın nedense şapkanı. Beni görünce işini bıraktın hemen ve koşup sarıldın. Yine gelmiştim işte, yanındaydım. Tek tesellin, avuntun... Kollarımda o küçük canını hissedince ve gözlerindeki mutluluğu görünce öylesine sevinmiştim ki... Sonra arabaya bindik. Kaşla göz arasında, çantandan ıslak mendil çıkarıp koltukaltını sildin hemen. "Yavrum, terin bana kokmuyor" demek istedim ama sustum. Kim bilir, belki de bu sözümden farklı anlamlar çıkarmanı istemedim. Elli kilometre yolu tepip de gelen ben değilmişim gibi "nereye gidiyoruz" diye soran yine sen oldun. Direksiyonda olan benim diye sanki her yeri de bir ben bilirdim. "Arkadaş, burada çalışan sensin, sen söyle de gidelim" diyecektim ki durdum bir an ve "Ali abiye gidiyoruz" dedim. Nereden gelmişti aklıma Ali abi? O eski dost, o insan güzeli? Neydi ki bunun hikmeti?


Ali abi, her on yıllık dul adam gibi fırında tavuk konusunda ustalaşmış, bir güzel sosa buladığı tavukları biz gelmeden atmıştı fırına. Ve açlığımızı hatırlatan o güzel kokular salona dolduğu bir anda Ali abi sana dönüp, "kuzum, tabakları getirmeme yardım eder misin" demişti. Bunu duyunca sen, usulcacık kalkmış ve gitmiştin ardından. Sonra sen tabakları dizerken ve yaşadığımız acıları paylaşırken ve derin sohbetlere dalarken ve gülerken ve türkü söylerken ve fıkra anlatırken Ali abi sana yine ve defalarca "kuzum" demişti. Dilden, dudaktan değil, ciğerinin en güzel köşesinden, buharı üstünde bir somun gibi; kuzum! Ve o an anlamıştım. Ben seni buraya, Ali abi sana kuzum desin diye getirmiştim. "Bak, işte benim böyle dostlarım var. Akşamın onunda ve bir kere arayınca, hemen yemek hazırlayan, ertesi gün sabahın zifirinde işe gideceği hâlde yüzünden gülümsemesi eksilmeyen, 'Umudum, ben kahvaltılıkları çıkarayım masaya, sabah aç gitmeyin' diyen, anlatınca dinleyen, gülünce gülen ve sana kuzum diyen dostlarım var..."


Geç olmuştu artık. Ali abi çekyatı açtı kendine, yatağını bize verdi. Tam odadan çıkacakken "abi, Makar Devuşkinim ben" diyecek oldum telaşla ama yine sustum. Yatakta sen, sarılınca bana ve o küçük ayaklarını ayaklarıma dolayınca anladım, Ali abi düğümü çözmüş, bir teyel atmıştı aramıza. Gecenin hikmeti buydu.




18 Aralık 2023

Gültepe