Yıllardır girilmeyen odalarda örümcek ağlarının arasında, tozlu kirli sözcükleri yerinden oynatmanın neye mal olacağını bilir mi insan?

Masanın ışık vurmayan kenarında bekleyen, yazılsa da üstü karalanacak, yanlış insanların duygularıyla hayat bulacak sözcüklerin birikmesini beklemek korkaklıktır diyor duvarlara baka baka. Bir şey olmasa da sözcüklerin bu korkaklıktan kurtulmak için insana duygular yüklemekle görevli kılındığını bile bile...

Bir şeyler düşünememek, konuşamamak insanın yükünü hafifletmiyor karanlık odalarda. Tek bir ışık sızıyor camdan içeri. Soğuk duvara dayanmış, içine rutubet çekemeyecek ve acıyla dolmuş bir oda. Odada bir durgunluk. Ağır çekimde bir insan nefesi. Kalp hep aynı ritimde. Tıbben mümkün olmayan yalnızlıkla mümkün çıkarımlar yapıyor beyin.

Toparlanıyor insan, hiçbir şey yerli yerinde değilmişçesine. Küçük bir çocuğa benzetiyor kendini. Kendi var. Gibisi var ama benzeyen bir yanının olmadığını bile bile.

Yine ılık bir gerçeklik böylece yüzüne çarpıyor.

Yüklemleri olan cümleler biriktiriyor beyninde. Acının tarifi için gerekli tüm harfleri içinden geçiren yüklemler işte.

Böyle böyle toparlanıyor insan işte, hiçbir şey yerli yerinde değilmişçesine. İçi boşaltılmış, eşyalarla doldurulmuş yüreklerin anlam veremediği duygularla uğraşıyor. Sözcükleri içselleştiriyor kendince iyiye çıkarabilecek elleriyle.

Birbirinden ayrı, fazlaca kesici cam parçaları gibi sözcükleri bilekleriyle taşınası kılıyordu belki.

İnsan işte sevgiyle acının, üzüntüyle umudun yükünü böyle taşıyordu.


Bir kapı gıcırtısı... İçeriye giren kalın bir insan sesi, floresan sarılığı. Kayboluyor ince nergis yaprakları. Kesik cümlelere dönüşüyor anlatılması uzun duygular.

Ufak bir kendine geliş, omuzlara dökülen saçlar, kapatılmış göz altı morlukları. Heybesinde götürebileceği binlerce duygusuna rağmen ifadesizliği.

Ve toparlandı insan işte, her şey yerli yerinde kendi dışında.