Geçmişteki tüm büyük konuşmalarımı koca bir mahcubiyetle hatırlıyor ve kimseye belli etmeden kendi köşemde utanıyordum. Bir insan, kimseye belli etmeden nasıl utanır? 

Sessizleşir belki. Sükûneti dikkat çekmeye başladığında birkaç kelime eder. Utancını da unutur o esnada. Hiç dinlemediği sohbetlerde kahkaha ile güler. Birine inat eder gibi.


Duraklarını sayıyorum trenin. Bir an önce kalabalıktan kurtulma mücadelesi bu. Yüzünü ilk defa gördüğüm insanlar; tüm sırlarıma, kehanetlerime vakıflarmış gibi bakıyorlar suratıma. Utanıyorum. Birisi aklıma geliyor o esnada.


Benim ismim Hamza. 

En hararetli tartışmalarda son sözü ben söylerim: ‘’Hayırlısı olsun.’’

Kavgaları ben bitiririm: ‘’Siktir et, gidelim.’’

Caddelere, sokaklara, parklara anlam yükledim. Bir vapur denizde yüzerken martılara simit atmaya anlam yüklemekten bahsetmiyorum ya da sadece bundan bahsetmiyorum. Daha çok, nabız deriyi döverken kalpte bıraktığı hissiyatı anlatmaya çalışıyorum. Tanımadığın birisinin evinin önünde duran sahipsiz bir arabanın plakasını ölene kadar hatırlayacak olmaktan bahsediyorum. Birkaç harf ve sayının, günün o anının şifresi olacak olmasından bahsediyorum. Şifre, yüklediğin anlamlara açılan bir kasa kilidi. İçinde utançlarını da saklıyorsun.


Üsküdar iskelede, büfelerin dibinde bekliyorum. Genç bir çocuk ağlayarak yürüyor. Yürümüyor da ayaklarını sürüyor sanki. Ağlamıyor da kuruyor. Yumruğunu sıkıyor, bir hedef bulsa patlatacak kelime etmeden. Gözlüklerini takıyor daha fazla kendini ele vermemek için. Birkaç dakika içerisinde de gözden kayboluyor.

Kafelerden birisinde, müşteriye hizmet veren garsonlardan birini izliyorum. Menüyü üç kişinin ortasına fırlatıyor. Hiç bakmadan dönüyor, başka bir masanın siparişini alıyor. Kendisine sadece sigara molasında vakit ayırabilen çalışanların iş hayatı. Batsın para pul. 

Kafenin otuz metre ilerisinde, deniz manzaralı bankların dibindeki çimenlere oturmuş bir çift var. Esas oğlan, esas kıza kitap okuyor. Hiç tanımadıkları biri olan benden, hayal kırıklığı yaşasalar da üstesinden gelmelerine için iyi dilekler alıyorlar, her şeyden habersiz. Onların on metre yakınında oturan bir çift ise hararetli bir şekilde konuşuyor. Daha doğrusu erkek olan sürekli bir şeyler anlatıyor. Hemen karşılarındaki çöp kutusunu işaret ederek bir şeyler söylüyor. Yanındaki kız ise tebessüm ediyor ama bacaklarını birbirine kitlemiş, kollarını bağlamış. Duyduğu şeyler artık her neyse, kendini küçültebildiği kadar küçültmeye çalışıyor. Deprem anında cenin pozisyonu alan biri gibi.



Tarık ve Mutlu, Beşiktaş iskeleden yeni bindiler vapura. Ortalama on dakika daha bekleyeceğimi bildiğim için bir sigara yaktım. Buluşma yerinden çok uzaklaşmayacağım bir rota çizdim kendime, gidiş ve dönüşüm on dakikayı geçmemeliydi. 

Yürüyüşün sekizinci, dönüş yolunun üçüncü dakikasında, kaldırım taşlarının arasına sıkışmış bir kâğıt dikkatimi çekti. Eğilip aldım ve okumak için banka oturdum. Mutlu ile benim daha evvel karşılaştığımız ve kendi aramızda ‘’Manifesto’’ ismini verdiğimiz akımın bir parçası olduğunu henüz ilk cümlede anladım:



‘’Birilerinin mutsuz olması gerekiyor ki diğerleri mutlu olsun. Birileri yerleri temizlesin ki binlerce liralık ayakkabı giyen ‘’Ben olmasam işsiz kalır.’’ diyebilsin. Birilerinin alkışlaması gerekiyor ki diğeri kendini vazgeçilmez sanabilsin. Ve bir orospu çocuğu ile tesadüf etmiş olmalısın ki bu yazıyı yazmak için masanın başına oturabil.

Hayal ettiğimi yaşamıyorum. Sapma oranlarını hesaba kattığımda bile uzağından yakınından geçmiyor. Çok büyük beklentilerle yaşamak, hayatın kaç bucak olduğunu görmemek değil bu. İnat etmek belki. Kendi doğrularını herkese dayatmaya çalışmak. Bencillikten çok çektiğin ızdırapların neticesinde kendinde bu hakkı görmek. 

Saçlarım döküldü. Kaşlarım yok. Ağda ile alınmış gibiler. Yüzüme baktıklarında önce garipsiyorlar, sonra hasta olduğumu tahmin ederek acıyla bana bakıyorlar. Beş yaşımdan beri öleceğimi biliyorum ama ölümü bu kadar hissettiğim bir an hiç olmamıştı. Hastalığımı öğrendiğim gecenin sabahında hissettiğim şeyleri size anlatamam. Gözlerimi açtığım ilk anda normal bir güne uyandım. Birkaç saniye sonra aklıma geldi. Ölüm, uykunun kardeşi diyorlar ama rüya ne kadar uykuya ait?


Borçlarım var. Hesabını bile tutmuyorum artık. Birkaç ay önce bir teşhis koyuldu: Lösemi. Kime, ne kadar ödeme yapmam gerektiğinin de pek bir anlamı kalmadı anlayacağınız. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyen bankaların bende hakları kalsa ne olur? İşçisini it gibi çalıştıran adamların parası bende kalsa nolur?

Giderken bu dünyadan yanımda hiçbir şeyi götüremeyeceğimi sanmayın. Böcekler kalbimi yiyecek de olsa o ana kadar içimdeki sevgiyi korumaya devam edeceğim. Nefrete mahal vermeyeceğim, kaç yaşınızda ölürseniz ölün; bir ceset olgunluğu taşımalısınız. Sizi kıranlara son bi’ kez gülmelisiniz belki. Sessizliğinizi negatif algılamaması için.

Asla özlemeyeceğim şeyler de var elbette. Beynimin son lokmasını midesine indiren karınca işini bitirdikten sonra bedenimde tek bir kibir kalmayınca yaşayan kibirli insanların tamamını özlemimden azledeceğim.

Sürekli üstünlük taslayanların, birileriyle dalga geçenlerin salası okunup da arafta karşıma çıktıklarında onlara tek bir şey soracağım: ‘’Değdi mi?’’

Bana kalırsa en komiği, yöneticiliği ile patronluk yapanlar. Üç ay maaş alamasa kirasını ödemeyecek elemanların bir ay maaş alamasa kirasını ödemeyecek olanlara karşı olan güç gösterisi.


Tanrıya kırgınım. Beni sevsin diye hep çok uğraştım. Mezar taşımın üzerine, ‘’Hayal kırıklıklarıma yamalar yaptım, yeni gibi oldu.” yazılsın istiyorum.



Şimdiye kadar okuduklarım arasında en farklı olan manifesto bu. Şarjı bitmek üzere olan bir telefonla yapılan görüşmede son sözlerini hızlı hızlı söyleyen, konudan konuya atlayan bir ayrılık konuşması canlandı gözümde. Hayatım boyunca veda edemedim. Bu boyutta bir veda etmek zorunda kalmak, hiç tanımadığın insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmak, sevdiklerine elveda demek… Çok garip hisler bıraktı içimde. Belki de çoktan ölmüş olan birisinin son mektubunu okudum. Bir ölüyle mektuplaştım.


Saate baktım, on altı dakika geçmişti. Kâğıdı cebime koyup yürümeye başladım. Ruhuma birileri sıcak su dökmüş gibi hissediyorum. 

İskelenin önünde duruyorlar, Tarık iştahlı bir şekilde konuşuyor, Mutlu ise bir sigara yakıp duvara yaslanmış. 

Selamlaşıp öpüşüyoruz. Bu defa Kuzguncuk’a gitmek için yürümeye başlıyoruz. 


Tarık, cebinden bir kâğıt çıkartıp masaya koyuyor. Bunun bir manifesto olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. ‘’Geçtiğimiz hafta Havva ile buluşmaya geldiğimde bu kâğıdı buldum yolda. Birlikte okuruz diye de sakladım. Bulduğumuz her kâğıdı saklıyorum artık, bir derdim olduğunda açıp okuyorum. Bana herkesin sıkıntılarının olduğunu hatırlatıyor.’’

Açıkçası, Tarık’ın bu davranışı beni şaşırttı. Manifestolara en alaycı yaklaşan kişi o oldu aramızda çünkü.


Az önce okuduğum yazı olup olmadığını görmek için hızlı bir şekilde alıyorum kâğıdı:



"Senden sonra çok az güzel şey oldu. İki elin parmağını geçmez. Kötülerin ismini 'uzaylı' koysak dünyayı uzaylılar bastı sanki. İyiler yenildi, vicdanlılar sustu, mazlumlar her zamankinden daha fazla ezildi. Dünyanın dört bir yanına ses sistemleri döşediler, mikrofonu da ahlaksızların ellerine verdiler. 

Bu yüzden şanslı gördüm seni. Son çalımını da attın dünyaya. Yüzü gülen son iyi insan olarak el salladın bize araftan.

Ben o esnada gidişine olan hüznümden yorumlayamadım bu karşı koymazlığını, Azrail’e bu denli direnç göstermemeni. İlk kalp krizinde ölecek adam mıydın? Bu kaderin sana son kıyağı, bana ilk tokadıymış.


Dişleri çürük, işkembesi büyük, sabilerle cinsel ilişkiye giren et parçalarının cismi sahiden de böyle değil belki ama iz düşümleri tam olarak anlattığım gibi. Her biri kardeş, soyağaçları şeytana dayanıyor. Mikrofon, onların elinde. Sesleri öyle korkunç, yüzleri öyle çirkin ki insanlar kulaklarını tıkıyor; gözlerini kapatıyor. Ses kesilip gözler açıldığında ceplerdeki paralar çalınmış oluyor. Hayaller çalınmış oluyor. İdealler çalınmış oluyor. Bırakalım şimdi tüm bunları.


Kuşlar sıkılsın haksızlıklara ötmekten, köpekler usansın sahtekarlıklara havlamaktan. Herkes sırasını savsın ki dünyaca keyif alalım bu tecavüzden. Kafamın içindeki puştu bir türlü susturamıyorum. Davetsiz bir misafir gibi sözümü kesip duruyor. Ne yaparsa yapsın senkronize olamayan taraftar grubuna dönüyor bir süre sonra bu kapalı kutu. Sesi kısılan amigo çaresizliğiyle dinliyorum çıkan sesleri…’’



Kâğıdı okuduktan sonra Mutlu’ya uzattım, Tarık’a dönüp ‘’Ne düşünüyorsun bu konuyla ilgili?’’ diye sordum.

‘’Ne düşüneyim abi? Saçma sapan aşk acısını anlatmamış adam. Aşk acısı kalbe basılan mühürdür, herkes okuyamaz. Her okuyan anlatamaz. Hislerini herkese anlatmaya çalışan adamları ciddiye alamıyorum ben. Bak bu yazıya, ‘gerçek şeylere’ haykırma var, bu topraklarda yaşayan herkes bu yazıyı okuduktan sonra muhattabına adresleyebilir.’’

Mutlu, kâğıdı okuduktan sonra bu defa cebimdeki kâğıdı ben masaya koyuyorum.

‘’Oku Tarık, hayatın içinden bir şey daha buldum. Bu yazıyı okuduktan sonra bir daha kendini dünyanın en dertli adamı gibi hissetmeyeceksin.’’ dedim.

‘’Kendimi en dertli adamı gibi hissettiğim falan yok. Ara sıra ruhuma façalar atasım geliyor.’’ diye cevap verdi.

Mutlu, bir sigara yaktı.