Aptal ama son derece ciddi biçimde doktora bakıyordum. Bir süredir konuşmuyoruz. Bana bakmıyor, elindeki dosyaları başka bir dünyadanmışçasına süzüyordu. Güzel bir şey söyleyecek gibi görünmüyor. Biraz terlemiş, gitgide gırtlağıma yükselen kalbimle, koltukla bütünleşmiş vaziyette öylece duruyorum. İlaç ismi yazan not defterlerini, tükenmez kalemleri ne yapacağımı bilememekten dakikalardır inceliyorum. Doktorun muayenehanesi, ilkokulda disiplin cezaları aldığım müdürün odasına benziyor. Kırmızı saçlı, iri gözlü; gergin olmama rağmen son derece güzel olduğunu fark ettiğim doktor, benimle iletişim kurmaya hazırlandı; dudaklarını kararsızlıkla araladı fakat konuşmadan yine kapattı. Düzgün, kavisli kaşları bir inip bir kalkıyor, kararsızlıkla titriyordu. Gören de öldüğümü haber veriyor sanacak.

“Kaç yaşındaydınız?” Yüzünde çok tatlı fakat aynı zamanda hüzünlü, mahçup bir gülümseme görünür gibi oldu. Yanağında koca bir oyuk biçiminde beliren gamzesi onu daha da güzelleştirmişti.

“Otuz iki,” dedim. Ben de gülümsemiştim.

“Çok gençsin” deyip önüne baktı. 'Siz' diye hitap etmeyi bırakmıştı. Hoşuma gitti.  Üzüldüğünü anlıyordum, üzerinde ilaç ismi yazan kaleme manasızca dokunuyordu ince uzun, ojeli parmaklarıyla. Ne söyleyeceğini bilememek tüm bedenine yansıyordu. İçimi pis, şu ana kadar yaşamadığım türden bir sıkıntı kapladı; kapkara bir sıkıntı. Kırmızı saçlara, iri gözlere, ilaç adı yazan renkli tükenmezlere bakıyor; akşamki maçın kaç kaç biteceğini düşünüyordum. Sağ kolumda iki, üç kez olmuş olan bir uyuşma için; arkadaşımın ısrarıyla geldiğim hastanede, şu ana dek gördüğüm en güzel doktorla, asansörün duvarlı kısmında kalmış gibi bir sıkıntı içindeydik, öylece bakışıyorduk. Neler olduğunu anlayamamak ve bu durumun uzaması insanı sinirlendiriyor. İstemsizce çatılmış kaşlarımla:

“Ne oldu doktor?” dedim.                    

İrkilip bana baktı. Kısa, sert bir nefes aldı. Artık kötü bir haber vereceğine eminim. İçkiyi bırak diyecek diye ödüm kopuyor ama yapacak da bir şey yok. Kesin öyle diyecekti. Şimdiden gözümün önünde köpüklü biralar tokuşmaya, anason kokusu büyülü bir tütsü gibi burnuma gelmeye başlamıştı. Doktor oldukça genç bir kadın, sanıyorum yeni başlamıştı. Bu amatörce duraklamaları belki o yüzdendir. Gene de tüm bu sıkıntıya rağmen onu izlemekten şikayetçi değildim.

“Ailende hiç parkinson hastası var mı?” diye sordu soğuk bir ses tonuyla. Gözlüklerini çıkarmış; sevecenlikle hüzün karışımı tatlı gözlerle bana bakıyordu. Algılayamadım. Neler olduğunu yani.

“Evet” diyebildim. Hala içkiyi yasaklayacak mı korkusu vardı aklımda.

“Yaşın bunun için çok genç, bu yüzden mücadele gücün ve direncin de kuvvetli olacaktır. Tedaviye hemen başlayıp önce hastalığı mümkün olduğu kadar yavaşlatmaya çalışacağız. Umutsuzluğa sakın kapılma; moralli, güçlü olmalısın. Daha sonra belirli aralıklarla neler yapabileceğimize bakacağız...” Biraz duraksadı, sonra sürdürdü: “Parkinson Plus sendromu, henüz tamamen durdurabildiğimiz bir hastalık değil, bunu da kavraman gerek elbette, ancak kesinlikle umutsuzluk yok. İlerlemeyi mümkün olduğunca durduracağız hep birlikte, tıp da her gün gelişiyor ve bu konuda birçok çalışma var." Yine durdu. Sesi öylesine yumuşak ve sıcaktı ki, felaket haberi verse de anlamıyor, kötü bir şey söyleyeceğine ikna olmuyordunuz. "Beni dinliyorsun değil mi?”

“Çok güzelsin” dedim.

“Efendim?” Kızarmıştı.

Bir sigara yaktım, ellerim titriyordu. Güneş gözümü alıyor. Allak bullak olan kafam ve uğuldayan kulaklarımla ağır ağır, havada yürür gibi hastanenin bahçesinden çıktım. Bir daha ellerime baktım, parmaklarıma... Düşünüp, karar verdiğim parmağımı oynatabilmenin ne kadar harika, nasıl muazzam bir şey olduğunu işte o gün fark etmiştim. Yakın bir zamanda, bunu düşünebilecek ama yapamayacaktım. Başım dönüyordu. Hareket etmenin nasıl mucizevi ve harikulade bir şey olduğunu ve eğer onu kaybederseniz bunun ne tür bir korkunçluk olduğunu hiç düşündünüz mü? Ben hiç düşünmemiştim. Ama şimdi saniyeler içinde kafamın içinden binlerce düşünce kıymık gibi beynime saplanıyordu.

Nereye gideceğimi bilmeden yürüdüm. Ayaklarıma bakıyordum yürürken. Hastaneden çıktığımdan beri bunun bir rüya olduğunu ve birazdan uyanacağımı sayıklayıp duruyordum kafamın içinde. Belki de bir milyonuncu kez bunu söyledim fakat uyanmadım. Bir sigara daha yaktım. Önüme ilk çıkan bara oturup soğuk bir bira söyledim. İki çekişte bardağı bitirmem birkaç masanın dikkatini çekmişti, bir bira daha söyledim. Onu da içtiğimde biraz sakinleşmiş gibiydim. Kalbim artık göğsümü delecek gibi atmıyordu.

Doktor güzel kadındı. Kırmızı gür saçları, her an gülümseyen etli dudakları, minik bir burnu ve bir geyiğe benzeyen iri, parlak gözleri vardı. Ses tonu vahşi bir boğayı bile sakinleştirirdi; yakında hareket kabiliyetini kaybedeceğinizi söylüyor olsa bile, sizi de. Onunla başka bir anda ve koşulda tanışmamış olduğum için sinirlenip hayata sövdüm. Sonra yine o lanet düşünce, içimde bomboş bir umut yarattı; olan biten her şey rüyaydı ve şimdi uyanacaktım. Lanet olsun!

Telefonda telaşlı telaşlı ‘Parkinson Plus’ diye arattım. İçimi zift gibi karartan yazıları hızlı hızlı, atlayarak okudum. Neler olacağını yıllar önce bu bok yüzünden ölen halam sebebiyle biliyordum. Tıp, o zamandan bu zamana gelişmemiş, ilginç. Yavaş yavaş, adım adım felç olmaktan sizi tam olarak kurtaracak bir yöntem hala mevcut değildi. Televizyonda Mars'a yeni fırlatılan insansız aracın haberi verilirken müzik kanalını çevirdiler. Bir bira daha işaret ettim. Sadece parkinsonsanız pek bir problem yok ancak ‘plus’ olduğunda işler değişiyordu. Telefonu duvara fırlattım, sanki ağır çekim olarak dağıldı önümde; ok gibi fırlayıp yanıma gelen garsona iyi olduğumu söyleyip geri gönderdim. Muhtemelen sevgilimden ayrıldığımı falan düşünüyorlardı.

Riggs adında bir sokak köpeğiyle yaşıyorum. Bir de bize katılalı henüz altı gün olan Pancar adlı bir yavru kedim var. Dakikalardır küfürler ederek onları düşünüyordum, bırakacağım biri yok. Sokakta da yaşayamazlardı. Belki de evde ölecektim ve Pancar gözlerimi falan yiyecekti. Riggs'i kızdırabilirdi bu. Masadan kalktım, bana çekingen ve garipser bakışlar atan masalara gülümsedim, hesabımı ödeyip çıktım. Ölme fikrine alışmaya başlamıştım, hatta bir an komik geldi. İnsan her şeye alışıyor.  Hala iyiydim; yürüyordum işte. Sağ ayağımı kaldırmak istiyor ve onu kaldırıyordum. Sonra da sol olanı. Gülümsedim. Sol elimle hareket çekeceğim şimdi şu karşı kaldırımdaki adama. Orta parmağımı kaldırdım. Dikkatle beni süzdü, sonra hızlı adımlarla kaçarcasına uzaklaştı. Orta parmağınızı kaldırmak istediğiniz anda kaldırabiliyor olmak, inanın muazzam bir duygu, çok rahatlatıyor. Doktor acaba ne yapıyordu şimdi?

Eve girdim. Riggs her zamanki gibi üzerime atıldı. Evin içinde kangal bakıyor olmayı benim dışımda herkes garipsiyordu. Büyükbaş kadar kafasını, yanaklardan kavrayıp vura vura sevdim. Kırmızı tasması onu olduğundan daha yakışıklı gösteriyordu, her zaman olduğu gibi sıkıyor mu diye parmağımla kontrol ettim. Alışık olduğu kokuyu; biralı ağzımı sevinçle yaladı. Küçük Pancar da “miv miv” diye çığlık çığlığa yanımıza geldi. Dakikalarca sevgi yumağı olduk ve ben işte o an, orada ağladım. Daha garip olanı, Riggs ağladığımda anlıyor, beni neşelendirmeye çalışıyordu. Salapati, ne yapacağını bilmez hareketlerle sağa sola atıldı, yüzümü yaladı. Burnuyla önüme düşen kafamı kaldırdı, sarıldık.

Dolaptan bir bira açtım. Son biramı içiyormuşum, köpeğimi son kez okşuyormuşum hissi yüzünden olsa gerek; tüm algılarım açılmış gibi izliyordum etrafı. Belki de son kez değil ilk kez gibi, her şeye şaşırıyor, keşfediyordum. Olanlar bir rüya değildi. Mantıklı düşünmek lazımdı. Bu lanet hastalığı biliyordum, daha önce görmüştüm. Müthiş pahalı bir tedavi görürseniz eğer, 5 senelik bir süreçte kaybedeceğiniz hareket yetinizi, 10 senede kaybediyordunuz. Sadece gözlerinizi oynatıp gırtlağınıza açılmış borudan beslenmek, konuşamamak, birinin kıçınızı yıkaması ve sırtınızda açılmış yaralar 10 seneyi falan buluyordu. Tıp dünyası bu harika sona ulaşmanızı sadece geciktirebiliyor. Riggs, ciddi bir şeyler olduğunun farkında, pür dikkat beni izliyordu. Düşündüm. Bu hastalığı yaşayacak gücüm yoktu. Yapılacak tek bir şey var evlat, bunu ikimiz de biliyoruz. Üzülmeye gerek yok, başının çaresine bir şekilde bakacaksın. İnan, ikimiz de beni o halde görmek istemeyiz. Sen akıllı bir köpeksin, beni anlayacağını biliyorum.

Yerimden kalktım, sürüdüğüm adımlarımla hobi odasına gittim. Burası benim resim yaptığım, gitar çaldığım, kitap okuduğum odamdı. Odamın dolabında bir de pompalı var. Silahlardan hoşlanmam fakat dışarıda, ramazanda bira içtiğiniz için sizi vurmaya kalkacak orospu çocuklarıyla birlikte yaşıyorduk bir süreden beri. İşte bu yüzden bu koca silahı edinmiştim. Biri biram yüzünden beni vurmaya kalkarsa eğer, ondan önce davranıp karnında koca bir delik açabilirdim böylece. Ama bir gün bunu kendime karşı kullanacağım, aklımın ucundan bile geçmezdi.

Hobi odasının kapısını kaparken, kulaklarını dikmiş endişe ve ciddiyetle beni süzen Riggs’le son kez bakıştık. Havladı. Koltuğa oturdum. Garip bir şekilde çok sakindim. O duruma gelmeyeceğim; sadece rüyalarımda koştuğum yıllar geçirmeyeceğim ve kimsenin götümü temizlemesine izin vermeyeceğim. Bu yüzden bunu yapmak zorundaydım. Bu zamana dek kötü sayılmayacak bir hayat yaşamış, yer yer mutlu bile olmuştum. Bundan sonraki zamanı yatakta delik gırtlakla, saksıdaki solgun bir çiçek gibi geçirmeyi reddediyorum. Bu benim hakkım, nasıl sonlanacağına ben karar vermeliydim. Riggs ve Pancar’a iyi bakmalarını söylediğim bir not yazdım arkadaşlarıma. Sadece bu kadardı. RS-X2’nin ağzına bir fişek sürdüm. Bir an ne yapacağımı bilemedim, önce salak gibi karnıma dayadım namluyu. Van Gogh aklıma gelince içim ürperdi. Karnımdan vurursam etrafa bira saçılırdı hem. Sonra tam çenemin altına yerleştirdim. Kapıya bakıyordum. Aklımdan bir an kırmızı saçlı doktorun gamzesi geçti. Adını bile bilmiyorum. Sonra da Mel Gibson'ın Lethal Weapon filmindeki buna benzer bir sahne geçti aklımdan. Bu kadar, aklıma neden bunlar geldi bilmiyorum. Sonrası sadece bir saniye sürdü, belki de daha az. Ürkütücü bir gürültü, şimşek çakması gibi bir parlaklık, müthiş bir kulak çınlaması ve kapanış. Bunların hepsi bir, belki de yarım saniyede oldu. Bunlar, hatırladığım son şeylerdi.

Acilin koridorunda yoğun, korkunç bir ameliyatın üzerine çığ gibi çöktüğü beyaz saçlı, yorgun başhekim; ağır ağır yürüyordu. Sabah olmak üzreydi. Hastanesine yeni atanmış olan kırmızı saçlı kadın bu gece nöbetçiydi, evine gitmeden önce onunla biraz laflamak için iki kahve alıp odasına gitti, önce nöbetinin nasıl gittiğine dair sorular sorup, boş muhabbet çevirdi başhekim. Sonra da az önceki ameliyatından bahsetmeye başladı.

“Adamın birini kafasının yarısı olmadan getirdiler ve işin garibi ne biliyor musun, ölmemiş.” Başhekim güldü. Bir yandan önlüğünü çıkardı. Kırmızı saçlı kadın dehşetle:

“Off, trafik kazası mı?”

“Hayır, pompalı tüfekle intihar etmiş.”

“Aman allahım" diye söylendi kırmızı saçlı güzel kadın. İri gözleri dolar gibi oldu.

“Çenesinin altından, beynin sağ lobunu alıp götürmüş. Adam yaşıyor ya.” Önlüğü buruşturup koltuğa attı. Yine gülmüştü. Kahvesinden höpürdeterek iri bir yudum aldı. “Bir insan kendini yok etme kararını nasıl olur da alır hiçbir zaman anlamayacağım. Hayır, becerememiş de herif" Boyuna sırıtıyordu. "Şimdiye kadarki en zor ameliyatımdı biliyor musun? Aa bu filmi izledin mi, harikadır.” Kahvesinden içmeye devam ederken bir yandan televizyona bakıyordu doktor.

“Bugün korkunç bir hata yaptım,” dedi kırmızı saçlı kadın. Başhekim parmağıyla gözlüklerini düzeltip, filme bakmayı kesti. Çok hoş bulduğu genç kadının açıklamasına devam etmesini bekledi.

“Bir hastaya yanlış teşhis koydum. Genç bir adamdı... Yarın tekrar tedavi başlangıcı için gelecek, söyleyeceğim ama... Şimdi çok kötü hissediyorum.” Duraksadı. Üzerinde ilaç adı yazan kalemle manasızca oynuyordu. “Kendimi çok kötü hissediyorum ya. Fizik muayenesini yaptım, adam aslında Benign MS imiş. Fakat biyopsi sonuçlarını kontrol etmemiştim, nasıl böyle bi hata yaptım bilmiyorum. Adam kendini ölecek sanıyor şu anda.”

“Hatalı teşhisin neydi peki?” Ciddiyetle kahvesinden çekti.

Kırmızı saçlı kadın, gözlerini oynadığı kalemden ayırmıyordu. Yeni başladığı mesleğinde yaşadığı bu durum, onda büyük bir güven eksikliği ve hayal kırıklığı yaratmıştı.

“Ona Parkinson Plus olduğunu söyledim.” Sesi, suç işlemiş küçük bir kız çocuğunkinden farksızdı.

Başhekim gülerek kadını baştan aşağı süzdü, beğendiğini belli etmek istiyordu. Karşısındaki genç bir erkek doktor olsaydı, gülümsemek yerine şimdi bu hatası için onu aşağılıyor olacaktı.

“Bunlar olur şekerim, hepimiz yoruluyoruz ve hatalar yapıyor olmamız çok normal, insani şeyler. Yarın geldiğinde durumu düzeltir, belki adama bir check up hediye eder ya da bir yemeğe çıkartırız ha ne dersin?” Sırıtmasını sürdürdü. “Bir geceliğine sağlığının kıymetini anlamıştır, yarın öğrendiğinde yeniden doğmuş gibi sevinecek.” Kadının elini tutarak sevdi.

“Öyle mi dersiniz?” Kendini hala berbat hissediyordu, elini yavaşça geri çekti.

“Elbette, kendini suçlama. Bizler de insanız, değil mi?” Tekrar filme döndü. Ona göre her şey normaldi. Onlarca insan elinin altında ölmüş, onlarcasıysa onun sayesinde hayata dönmüştü. Bu ona tanrısal bir dinginlik, ukalalık, sarsılmaz bir güven vermişti.

Kırmızı saçlı kadın içindeki büyük huzursuzlukla sandalyeden kalktı. Dışarıda saatlerdir belli aralıklarla uluyan bir köpek vardı ve bu kadını farkında olmadan daha da germişti. Bu gece en berbat, en huzursuz nöbetiydi. Pencereye doğru yürüdü. Karanlık hastane bahçesine bakınca büyük, acı acı uluyan kırmızı tasmalı bir kangalla göz göze geldiler.