Önünde sonunda öleceksem, ne diye şimdi her istediğimi yapmayayım ki? Şu intihar edenleri bir türlü anlayamıyorum. Hayat ne olursa olsun yaşanmaya değer değil midir? En mutsuz anında insanın, bir çocuk geçer karşısına, gülümser, kahkaha atar; bir kediye rastlarsın, bir kuş ki martı olsa gerek kafana çarpar olur, güldürür insanı. Gülmek midir ölüme, karamsarlığa, hayatsızlığa ters, ona zıt?
Evden biraz üzgün, ama güzellere yaraşır bir üzgünlükle -masum ve sevilgen- çıktım. Eski zaman dervişleri gibiydim. Elimde asam yoktu, kulağımda türküm ama içimde parelendi her dem. Az ileride manav Hüsam’ı gördüm, iki selam verdim, bir portakal, soya soya, yiye yiye devam ettim yola. Tezenesi tıkırdıyor bozkırın kulağımda.
Yokuş aşağı düşüyorken bir kaldırım üzerinde miyavın tekine denk geldim. Baktı melül melül, portakalı uzattım; kokladı, patisiyle dokunacak gibi oldu, çekti geri. Kulağına fiskeyi yapıştırdığım gibi kaçtı; gülüyorum arkasından kahkahayla. ‘Yakma beni yandırma beni, aşk neyinden kandır beni, sarhoşum ayıktır beni.’
Sahile vardım, her yer martı. Balıkçılar Çarşısı önüne balıkçılar yine balık bırakmış bir sürü. Bir sürü martı da bir sürü balığı kavga ede ede, bağıra çağıra yiyor; ağzına alıp havalanıyor, düşürüyor, bir balığı iki martı çekişiyor… Adamın biri, yahu bunlar adam yer ya, diyor. Beni güldürüyor. Martının biri koşa koşa üstüme geliyor, lan git, zor eğiliyorum, bildiğin çarpacak itoluit. Bir başkası bana gülüyor.
‘Sen bir avuç darı olsan, yere saçılmaya gelsen, ben bir güzel keklik olsam, bir bir toplasam ne dersin?’ Bir anda gece oluyor, hava kararıyor. Daha az önce öğlen vakti idi, anlamadım ki ne diye karardı hava. İskeleye doğru ilerliyorum. Vapurun kalkmasına daha var. Voltamı alıp düşe düşüyorum. Nerede bu melekler, nerede benim meleğim, sağımda ve solumda, ya ki sorsam kalbimde? ‘Sen bir cennetlik kul olsan, cennete girmeye gelsen’
Hava tekrar aydınlanıyor, böyle iyi ‘aferin Tanrıya’. Vapur seferleri iptal olmuş. Sandal seferleri başlıyor yerine. Sandalın birine binip öndeki sandalı takip etmesini söylüyorum. Öndeki sandalın benden haberi yok, benim de ondan, maksat bir amaç sadece… Biri sazın tellerine vuruyor, içim pareleniyor; boğazın sularına karışıyor gözlerim, kirpiklerimden öpüyor Tanrı, beni bir tek o seviyor, ama içten, en derinden.
Karşıya varıp sandaldan iniyorum. ‘Sivastopol önünde yatan gemiler, atar da nizam topu, yer gök iniler.’ Öndeki sandal çoktan varmış, takip mesafesini uzak tutmuş olsa gerek bizim sandalcı. Ötekine yaklaşıp soruyorum, kaç dakika oldu sen varalı diye, ben buradan hiç ayrılmadım ki diyor, hay amına koyim yanlış sandalı mı takip ettik biz? Vay orostopol. Yürüdüm geçtim sahili, içerilere vardım, ne gördüm ne duydum anlatmayacağım daha artık. Bugünlük bu kadar, gece oldu saat iki. Arkadan çalıyor ‘Çanakkale içinde aynalı çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı, ooof gençliğim eyvah.’
Benim gençliğimde eyvahlık bir durum yok, azıcık hüzünlüyüm o kadar. Belki parasızlıktan, belki karısızlıktan, aşksız, yarsız, yalnız; var üç beş derdim ama ne düşmana giderim karşı ne aç yatarım geceleri.
Hayat bu değil mi? Hayat dediğin, yaşam dediğin, topyekün bir varoluş, bütün iş ve oluş değil mi? Sadece gülmeyi, kahkahayı, sevinci, mutluluğu mu hayattan sayacağız, diğerleri piç mi, onlar hayattan değil mi? Ya peki hüznü, kaybı, gözyaşını sevmeyecek miyiz; onlar da bizden, yaş benim yaşım, hüzün benim hüznüm… Benim olanı sevmeyecek miyim?