Bezi örttüğümden beri kötü rüyalar görüyorum. Ufak bir bez parçası, ama anlamı büyük kimileri için. Onu bir törenle getirdiler ve duyduğum o ki ağıtlarla gönderilecek. Bezi başıma taktığımda kafamı koruyor, bir baret gibi. Tehlikeli şeylerden koruyacağına eminim, mesela bir inşaat işçisi olmama yardım edecektir. Veya onunla savaşa katılabilirim, cesur bir asker gibi en önde hep atılgan. Bezi bazen üstüme örtüyorum, küçük kalıyor ve ayaklarım üşüyor elbette, ama bu o kadar önemsiz ki. Zırh bu ve benim ayaklarıma bakan kimse yok. Hiçbir namlu doğrultmadılar, doğrusu bana kimse, hiçbir bölgeme namlusunu doğrultmadı. Ben el bebek gül bebek büyüdüm. Bana hep bebek dediler, bebek yanıma gel, bebek hadi git biraz oyna, bebek büyü artık...
Bu hikaye de bezi üstüme aldığım bir gün ile ilgili. Sabah uyanmıştım, banyoya gittim ve sıcak bir duş aldım. Sonra kahvaltımı yaptım ve gazete almak üzere dışarı çıktım. Yolda iki tane berber denk geldi. Hiç aklımda yokken dönüşte ilkine girdim ve saçlarımı kestirdim. Yolumu çok uzatmıştım ve ancak dönüşte evimin altındaki marketten bir ekmek ve bir gazete alabildim. Manşet atılmamıştı ancak her haber büyük büyüktü ve ince bir gazeteydi bu. Yeterince haberleri yokmuş gibi düşünüyordu insan. Ama ben gülüyordum, sokağa bakınca o kadar çok haberim vardı ki. Ancak hiç gazeteci olmak istememiştim. Bir ilkokulun müdürü idim. Hafta içi her gün okula giderdim ve özellikle pazartesi günleri en aktif olduğum gündü. Bu günlerde istiklal marşı okunmadan önce kürsüye çıkardım ve çocuklara selam verirdim. Onlar da bana teşekkür ederdi. Bugün ise tatildi, güzel bir pazar günüydü. Hava güneşliydi ancak ben evde pineklemek istiyordum. Evimin kapısına geldim, elimi cebime attım birkaç bozukluğa çarptı. Diğer cebim boştu. Hay Allah dedim, yaşlılık. Bu bana olur ara ara ve tedbirliyim üst komşumda ve yedinci kattaki kimya öğretmenimde yedek anahtarım mevcut. Aslında üç tane yedek anahtarım var ve birini de kapı komşuma verebilirdim ama ondan nefret ediyorum, minnet de edemem. Kaba saba bir insan, kaşları kapkalın, dudakları yok gibi, hiç gülmez de bu namussuz. Üstümde çok tatlı yaşlı biri oturuyor, ve ona dedim ki bak bu benim anahtarım, benim bulabileceğim bir yere koy. O da yastığının altına koydu, gel buradan al dedi. Ama umarım hiç lazım olmaz evladım demeyi de ihmal etmedi. Merdivenlerden çıktım, ziline bastım. Her zaman taze çay olurdu evinde, bu bahaneyle içimi de ısıtırım diye plan yapıyordum. Kapıyı kimse açmadı. Şekerleme yaptığını düşünerek rahatsız etmek istemedim ve asansöre binip yedinci kata çıktım. Kimya öğretmenimiz benim okuluma uğramazdı çünkü yaşları küçük çocuklarımın, kimyadan ne anlasınlar. Ama yine de geçen davet ettim onu okuluma. Gel dedim çocuklara üstünkörü anlat, biraz temelleri olsun, hiç bilmiyoruz demesinler biri sorunca. Tamam dedi bıyık altı, geçti. Doğrusu ben bunu da sevmiyorum. Bu da kapı komşum gibi. Öğretmen olmuş ama a’dan b’den anlamaz. Evime kaç kere davet ettim, birkaç kere de davetsiz misafir oldum. Baktım yüz vermiyor ben de iletişimi kestim. Ah, soracaksınız pek tabii olarak, e ne diye bu meymenetsize anahtar verdin diye. Cevabı çok basit beyler bayanlar, işim icabı. Evet evet, işim icabı bu böyle. Aynı meslekteniz diye boynumu kıldan ince tuttum. Lazım olur dedim, dursun kenarda. Hem bilmiyorsunuz ama bende kimya sıfır. Aslında çocuklar da bahane, bu gelsin de ben bir şeyler öğreneyim istedim. Denetliyormuş gibi sınıfa girip en arkaya çökecektim. İşte biraz kimya bilmek istedim, ayıp mı bu? Koskoca müdür, ya bir gün bir müfettiş gelip ağzımı yoklarsa ona ne diyeceğim ben? Yok, siz beni hiç düşünmüyorsunuz.
Neyse efendim konudan sapmayalım, asansör durdu. Zili yok bunun, kapısını yumrukladım. Açtı iki gözü iki çeşme. Müdürüm siz mi geldiniz, dedi. Hayır gerçekten nasıl kimya öğrendi aklım almıyor. Yine de terbiyemi bozmadım, evet ben müdürüm, ben geldim, dedim. Hoş geldiniz dedi, ağzının ucuyla içeri buyur etti. Gittim oturdum salona. Arkamdan geldi, hala ağlıyordu. Hayırdır hocam dedim, ağlıyorsunuz... Evet ağlıyorum, dedi. Ne diyeceğim şimdi ben buna, geber desem çocuklara yazık, benim gibi kimyasız kalacaklar. İki dakika parkeleri izledik, sonunda çözüldü kendi kendine.
-Müdürüm ben okulu bıraktım. Yani istifa ettim. Çıktım geldim. Evden de çıkmıyorum. Canım ders anlatmak istemiyor. Bir haftayı geçti, bir buçuk hafta oldu. Arayıp duruyorlardı, telefonu da kapattım. Geçen mektup geldi, müdür yazmış. Uzun uzun yazmış hem de. Hocam sizsiz okul bomboş, lütfen geri dönün, diyor. ''Hocam çocuklar kimyasız mı kalsın, yapmayın etmeyin. Bakın siz anlatmıyorsunuz nedeni de bilmiyorum ama ben yine de çektim kulaklarını bu veletlerin. Her ne yaptılarsa bir daha olmayacak, söz hocam.'' Lütfen gelin, demiş de demiş.
-Ya gitmeyeceğim arkadaş, yani müdürüm gitmeyeceğim. Zorla mı ya? Ben bilmiyor muyum geri dönmeyi, hazırlanıp çıkarım. Biliyorsunuz okul hemen bu mahallede, iki dakika bile sürmüyor. Çıkarım anlatırım dersimi, efendi efendi dönerim. Bunu en iyi ben bilmiyor muyum hocam, siz söyleyin. Kaç hoca geçti, gördünüz, hangisi tutundu benim gibi? Kim doğru dürüst işini yaptı? Bak görüyorsunuz kocaman mahallede bir ben varım bir de siz... Yahu utanılacak iş bu ya! Hepimizin ağlaması, kahrolması lazım. Koskocaman mahalle burası, ayıp! Kimse kimyanın k’sini bilmiyor müdürüm. Tenezzül bile etmemişler, bir element öğrenelim, bu işin kimyası nedir acaba dememişler ya. Allah’ım delirmemek elde değil. Ben geldim, adam akıllı geldim buraya. Yıllardır buradayım. Her gün düzgünce işimi yaptım, çocuklara kimya saçtım. Siz çok iyi biliyorsunuz, element tablosu yaptım ya ben kendi ellerimle, tabii siz de yardım ettiniz, sağolun. Götürdüm astım, hiç değilse her gün görsünler de, zihinlerine istemeden de olsa düşsün bu bilgi dedim. Ya ben daha ne yapayım müdürüm, siz söyleyin. Ben bu çocuklara ne öğretebilirim artık! Almıyorlar, dinlemiyor kimse, sınav yapıyorum bir alan bile yok. Bir puan ya. Bu şaka mı müdürüm, ben artık yaşamak istemiyorum. Olmaz olsun böyle iş.
Kıpkırmızı olmuştu meymenetsiz, ufacık cüsseden bu kadar kelimeyi nasıl çıkardı bilemedim. Gözlerim açıldı, katlanmak zorunda kaldım. Sustu hala söyleniyordu. Olmaz olsun, olmaz olsun deyip duruyordu. Tamam dedim, sakin olun hocam, her şeyin bir çözümü vardır. Ama doğrusu umurumda bile değildi bu insan. Sadece anahtarımı almak ve kalkıp gitmek istiyordum. Hem de sövüyordum içimden, buna anahtar veren aklıma... Yaşlının kapısında yatsaydım da çıkmasaydım, kapı komşuma minnet etseydim diye. Ama iş işten geçmişti artık. Bir müdür olarak yapmam gereken bir vazife vardı. Hocam ağlarken bana ne diyemezdim. Ben bir müdürdüm ve öğretmenlerimi mutlu etmek zorundaydım. Hoş, bu benim hocam değildi, şükür ki değildi, ama müdürlük 7/24’tür. Tıpkı doktor gibi, hasta görünce koşuyorsun, mesaim bitti diyemezsin ki, diyemiyorsun, demek isterim ama diyemiyorsun.
Kalktım biraz odanın içinde turladım, canım sıkkındı. Pazar günüm zehir oluyordu. Bir elimde ekmek diğerinde ince bir gazete vardı. Bunlar da elime yapışmıştı, masaya bıraktım. Düşündüm taşındım ve bir karara vardım. Bunu elinden tutup gerekirse zorla, yaka paça götürecektim. Okulun önüne bırakacaktım, sonra buna ne yapıyorlarsa yapsınlar. Başlarına mı koyarlar, ayaklarına mı tutunurlar, hiç umurumda değildi. İşte tıpkı bir doktor gibi, hastayı tutacak, koruyacak ve mesai içinde olan birine teslim edecektim. Biliyordum bu okulda kesin biri vardı. Hiç değilse bir güvenlik vardı ve ben ona da güvenebilirdim. Kalkın hocam dedim, kalktı, ellerinden tuttum. Bana güveniyor musunuz dedim, elbette müdürüm dedi.
-Elbette güveniyorum. Ben artık sadece size inanıyorum. Çünkü kimya bilmeyen artık benim için insan bile değildir, muhattap bile almam. Ama siz müdürüm, siz benim de hocamsınız. Siz ne diyecekseniz, amenna.
Bu egomu okşamıştı. Keyiflendim. Ama fazla yükselmedim. Neticede iş başındaydım ve ciddiyetimi korumalıydım. Elinden kaptığım gibi dışarı çıkardım. Arkamdan efendi efendi geldi, hiçbir soru sormadı. Ayaklarında ev terlikleri vardı ve benim de ayağımda ev terliklerim vardı. Mahallede yürüdük, tanıyanlar selam verdi. Ancak biz onlara karşılık veremedik çünkü yola odaklanmıştık. Okula yaklaştıkça hocamın adımları küçülmeye başladı. Artık çekiştiriyordum. En sonunda durdu, çeksem de direndi, hareket ettiremedim. Döndüm ve bana güvenmiyor musun sen, diye sitem ettim. Kaşlarını çatmıştı.
-Müdürüm nereye gittiğinizi biliyor musunuz?
Kaşlarının arasına şüphe girmişti, bu atağı beklemiyordum. Ama ben de kolay lokma değildim. Hemen, evet tabii dedim. Burası fırına çıkıyor, acıktım, simit alacağız. Kaşlarını daha da çattı, elini elimden çekmişti.
-Müdürüm çok özür dilerim, kendimden utanıyorum ama lütfen beni anlayın. Bu dünyada artık kimseye güvenim kalmadı, tüm çabalarım çöpe gitti, kimse beni ciddiye almadı, dediğimi yapmadı müdürüm. Bu yüzden affınıza sığınarak soruyorum ama, üçüncü element nedir müdürüm? Lütfen bana söyleyin, sembolünü deseniz yeter, bir harf yeter.
İşte bunu hiç beklemiyordum. Kalbim deli gibi atmaya başladı. Vücudum soğuyordu, buz kesmiştim. Gözleri çok keskin bakıyordu. Bu cevabı vermek zorundaydım, sıyrılamayacağımı anladım. ''Eeıı...'' dedim. Biraz kekeledim, öksürdüm, gözlerimi kaçırdım. Müdür olarak düştüğüm bu durum içler acısıydı. Bir öğrencim görse ne derdi, beni artık insan yerine koyar mıydı bu mahalle? Bilmiyordum. Ben elementi de bu meymenetsizin evinde, kendi ağzından duymuştum. Yok tablo hazırlamış, gelmiş aşmış, bir de ben yardım etmişim. Ben hatırlamıyorum bile. Bu bana kağıt veriyordu, ben kesip biçiyordum. Ah ah keşke baksaydım, neyi kestiğimi okusaydım, o zaman bu hallere düşer miydim hiç? Tak diye verirdim cevabımı hayran kalırdı, ağzı açık kalırdı. Ellerini uzatıp, al götür, nereye götürüyorsan götür beni, derdi. Ah, nasıl da kabarırdım ama...
Ter içinde uyandım. Yatağımdaydım ve rüya görmüşüm. Nefes nefeseydim hala ve boğazım acıyordu. Saatime baktım, takvim pazartesi idi. Yeni bir mesai günü diye düşündüm ve duşa girmek üzere kalktım. Kahvaltımı okulda yapacaktım, hazırlanıp çıktım. Okula geldim, çocuklar toplanmaya başlamıştı. Öğretmenlerimle tokalaştık ve halimizi sorduk. Ders saatine yaklaşıyorduk, geç kalan öğrencilerin içeri alınmaması talimatını verdim, güvenlik okulu kilitledi. Kürsüye çıktım, mikrofonu elime aldım ve birkaç ses denemesi yaptıktan sonra konuşmaya başladım:
-Günaydın çocuklar! (Sağ ol.) Nasılsınız çocuğum? (Sağ ol.)
Ve İstiklal Marşı’nı okumaya başladık. Çocukların sesi çok inceydi, öğretmenler ise daha kalın bir tonla onlara eşlik ediyordu. Ben sesimin bebek gibi çıktığını düşünüyordum, bu yüzden dudaklarımı oynatmakla yetindim. Bu sırada aklıma gördüğüm rüya geldi. Kimya öğretmenim, üçüncü element ve kaybolan anahtar...Hemen ceplerimi yokladım, herkes saygı duruşundaydı. Elim bozukluklara çarptı, diğer cebim boştu. Sırtımın terlediğini hissettim. Acele içinde kürsüden çıktım ve çıkışa doğru yürümeye başladım. Çocuklar şaşırmış bir şekilde bana bakıyor, marşa devam etmiyordu. Birkaç öğretmen kaşlarını çatsa da duruşunu bozmadı. Güvenliğin yanına geldiğimde kapıyı açmasını emrettim. O saf bir asker gibiydi, elini alnına dayamıştı ve gür sesiyle bağırarak söylüyordu marşı. Sanki mücadele ediyormuş gibi ve sahiden, inançla. Bebek sesim yükseldi:
-Kapıyı aç dedim sana. Güvenlik beni duymadı veya duymazdan geldi. Bu işi ben çözecektim. Güvenliğin ceplerine elimi soktum, iki beşlik vardı, diğer cebi boştu. Kendimi çaresiz hissettim. Marş bitene kadar karşılıklı dikildik ve o bağırarak söyleme devam etti. Rahat duruşa geçtiğinde beni ancak fark edebilmiş gibiydi:
-Müdürüm günaydın, dedi kekeleyerek. Beni görmek onu korkutmuştu.
Kapıyı açmasını emrettim. Başını salladı ve elini ceplerine soktu. Cebinden kocaman bir anahtar çıktı. Artık gözlerime inanmıyordum. Gitti ve kapıyı açtı, kapıda kalan çocuklar yere çökmüştü ve bazıları sigara tüttürüyordu. Beni görünce istiflerini bozmadı kimse. Öylece çıktım gittim, onlarla ilgilenmedim. Tek dileğim her şeyin kabus olmasıydı, eve gitmek yatağıma yatmak istiyordum. Ve bir özel hoca tutmalıydım kendime. Kafama koymuştum bunu. En yakın vakitte kimyayı çözecektim. Ve kim ne sorarsa sorsun bülbül gibi ötecektim. Eve geldim, kapıda biri vardı, bu kimya öğretmenimdi. Beni görünce mutlu oldu. Hoş geldiniz müdürüm dedi, sayenizde işe geri döndüm. Kafam karışmıştı ama rica etmekle yetindim. Cebinden yedek anahtarımı çıkardı, bunu istemiştiniz değil mi, dedi. Elinden anahtarı aldığım gibi eve girdim. Kapıyı hızla kapattım ve üç kez kilitledim. Ayak seslerini takip ettim. Asansörü pas geçti. Kapı komşumun ziline bastı. Komşum onu içeri buyur etti, ben de salona girdim. Masadan gazeteyi aldım. Günün haberlerini incelemeye başladım, bir manşet yoktu, tüm olaylar aynı önemsizliğe sahip gibiydi. Bir tanesini seçtim ve okumaya başladım.