-Bir yere yetişmesi gerekmeyen insanlar, geceyle sevişmek için güneşi satarlar.



Gün herkes için farklı akar. Yılmaz, zamanı hatırlatacak şeylerle ilgilenmeyi çoktan bırakmıştı. Bu çokluk da zamandan bağımsız bir çokluktu. L koltuğunda, kurumak üzere askıya serilmiş çamaşırlarının yanında ve yalnız bir evin karmaşası içinde uyandı. Bu uyanış 9-5 insanları için mesai bitimini sabrın son yudumuyla beklemek demekti. Koltuktan iki üç adım mesafesi uzaklıktaki masaya geçti, pencereyi açtı ve bir sigara yaktı. Sigarasından bir iki duman çektikten sonra ocağa kaynaması için su koydu. Kupasını vicdanını rahatlatmak adına sudan geçirdi ve kaşık hesabı olmadan kahve koydu kupanın içine. Suyun kaynamasını beklerken sigarası ağzında, kitaplığına gitti. Çiçek sulayan bir anne sevecenliği ile kitaplarla konuştu. Su kaynadı. Kahveyi hazırladı. Buz dolabına yöneldi. Evde her şey, her şeye bir iki adım mesafedeydi. Dolabın kapağını açarken ‘’Kahvaltı en az iki kişilik bir eylemdir.’’ dedi kendi kendine. Dolapta gözüne bir parça peyniri yarım domatesi ve haşlanmış yumurtayı kestirdi. Eli ile ekmek kopardı ve çatal aldı. Tekrar dolabın başına geçti. Gözüne kestirdiklerini dolaptan çıkarmadan ayakta yedi. Pantolonu ve siyah gömleği ile uyumuştu. Üstünü değiştirmeden dışarı çıktı.


Omzunda asılı postacı çantası ile önce evinin sokağında sallanmaya başladı. Küçükçe bir çayın üstünden atlamak için köprüyü kullandı. Çocukluğunda nefesini tutarak geçerdi bu köprüden. Esen rüzgâr nefesini çalacak sanırdı. Pazar yerine girdi. O gün Pazar yoktu. Boş tezgahlar arasından sıyırdı kendini. Kargolar sokağına girdi. Kargoların ne denli özensiz yüklendiğini göstermekten başka bir işe yarıyorsa bu sokak, o da bu özensizlikle kul ve tanrı arasındaki ilişkiyi düşünmesiydi. Butik mağazalarla, telefoncularla, ekmek arası büfelerle dolu caddenin bir soluna daldı. Gölgesini asma bitkisinden alan bir kahvenin tenha bir masasına oturdu. Bir iki kitap, bir not defteri, bir kalem, sigara paketi ve çakmak çıkardı çantasından. Kahve istedi. Beklerken okumaya başladı. Yılmaz, uzun süre okuyamazdı. Okumak onu oldum olası yazma konusunda bir sabırsızlığın kucağına atardı. Defterini açtı. Yazdıklarına göz gezdirdi. Kahve geldi. Sigara yaktı. Cevdet aradı. Gelmek üzere olduğunu haber vermek adına bir arama… Kahveyi yarıda bıraktı. Beynin kıvrımlarında dolanan bir tümör gibi bara doğru yürümeye başladı.




Cevdet ile barda oturdular. Bu bir buluşma değil, rutindi. Birer bira istediler. Bir şirketin çevre karşıtı faaliyetler gösterdiği iddialarına cevap olarak yazılan bildirinin ne kadar amatörce yazıldığını konuştular. Birer bira daha istediler. Cevdet, Yılmaza okuduğu kitaplarda ne anlatıldığını hatırlayıp hatırlayamadığını sordu. Yılmaz, bir süre sonra aklında aktarıma dair hiçbir şey kalmadığını, yalnızca bir hissi hatırladığını söyledi. Bu soru ve cevap üzerine karşılıklı, ağdalı laflar ettiler. Birer bira daha… Yılmaz, Ferhan Şensoy’un bir şiirini okudu. Bu şiir, Cevdet için fazla kafiye barındırıyordu. Yılmaz da bu şiiri neden sevdiğini bilmediğini söyledi. Bir sürü bira daha söylediler. Sanki önceki gün yapmamışlar ya da yarın da yapmayacaklarmış gibi bir iştahla; hayattan, aşktan, kuramlardan, sinemadan ve edebiyattan konuştular. Onlar konuşurken zaman zaman masaya tanıdıklar oturdu. Belli bir akıntı halinde sıkılıp kalktılar. Yılmaz için de kalkma zamanı gelmişti. Geldiği yolun tersine koyuldu. Gördüğü tüm sokak köpeklerine hâl hatır sorduğu, bir tekelden iki paket sigara aldığı bu yolculuğun sonunda eve vardı. Yılmaz, anahtarı kilide yerleştirirken tüm kravatlar, kalem etekler, ergonomik sandalyeler, karton kahveler ve bozuk Türkçeler uyumuştu. Şehir artık sarhoşların, taksi şoförlerinin, orospuların ve sokak köpeklerinin egemenliğindeydi. Üstünü başını bir değişime maruz bırakmadan, kupasını yıkamadan kötürüm bir şarap koydu kendine. L koltuğa oturdu. Şaraptan genzi faşistçe yakan yudumlar aldı.


Geceyi sevmese süper bildiriler yazabilirdi. Süper reklam senaryoları ile satışları ne denli arttırdığına dair süper övgüler alabilirdi. Bir şirketin çalışanları için hafta sonları süper ekip olma etkinlikleri düzenleyebilirdi. Ütü yapabilse süper takımlar çekerdi üstüne. Sabahtan daha önce koşabilirdi süper koşullu ofisine. O ofiste saatsiz ve her daim çalışmayı süper bir şey gibi anlatabilirdi diğer süper ütülü arkadaşlarına. Kim bilir, Kantaronla bile evlenebilirdi belki. Ona süper bir yüzük alırdı. Ama geceyi seviyordu. Gece biraz da şiire aitti. Şiire ait olan her şey yalnızlığa gebeydi.


Kimdi bu Kantaron? Kendine sorduğu bu sorunun cevabının ‘’yalnızca bir his’’ olduğu kanısına vardı. Okuduğu ve unuttuğu kitaplardan farkı yoktu. Anıların tozlanmaya mahkûm olduğunu düşündü. O toz yığınına savrulan bir işaret parmağına yapışan… His… Yalnızca bir histi Kantaron. Başka bir Yılmaz’ın ütopyasıydı. Ütülü bir Yılmaz’ın.


Şarap verin hanıma

Orda hanım yok ağbi

Hassiktir be Sezai


Masaya gelenler, masadan gidenler ve sayılmadan içilen biralar… Hepsinin ayrı bir can sıkıcılığı olduğunu düşündü Yılmaz. İnsanlar durmadan popülist bir şekilde taşıdıkları kaygılarını, dünyanın odak noktasındaymışçasına, utanmadan ve salyalarını akıtarak anlatıyorlardı. Onlara çeşitli medyumlarla aktarılan tüketme arzusunu gerçekleştiremediklerini, nasıl gerçekleştirebileceklerini ve gerçekleştirmek adına neler yaptıklarını hiç düşünmeden masaya kusuyorlardı. Kimse sonrasını düşünmüyordu. Aslında ölüm gibi bir sonrayı yenmek adına olan bu illüzyon, üst bir bilincin kontrolünde ambalaj sergisine dönüşmüştü.


Maskeler, ambalajlar, üst modeller, terfiler… Yılmaz bu sentetikliğin ve homojenliğin hem içinde hem de dışında, tüyleri yolunmuş bir kuş gibi çırpınıyordu. Sarhoşluktan gözleri kısık bakıyordu artık dünyaya. Ev, evi, tüm ayrılıklarının sessizliğini taşıyordu. Çekmeceleri, kitaplığı ve ruhu; birer türbe, morg ya da mezarlıktı. Sağ avucunu gözlerinin görebileceği bir hizaya getirdi. Parmaklarına tabanca şekli verdi ve kendisine bir soru sorarken tabanca şeklindeki elini şakağına dayadı.

‘’Ölmek bu kadar kolay olsa, bu gece hayatta kalır mıydın?’’







-Düşünmek, yaşamın yanılgısıdır.



Yılmaz, kaldırımları ezen pazar arabalarının gürültüsü ile uyandı. Bugün yolunun daha kalabalık ilerleyeceğinin ve artık gömleğinin koktuğunun farkındalığı ile koltuktan kalktı ve üstüne başka bir siyah gömlek geçirdi. Şöyle bir mutfağa bakınca evde ekmek olmadığını anladı. Pencereyi açıp bir sigara yaktı. Oturmadan suyu bir ısıya maruz bıraktı. Bu sıcaklığın sonucunu beklerken kitaplığın önüne içten bir istikrarla gitti ve kitapları ile sohbet etti. Su, fizik kurallarına karşı gelemedi. Yılmaz, kahvesine eşlikçi olarak çokça sigara içtikten sonra kendisini kahvaltısız bir şekilde sokağa bıraktı. Pazar yeri, şehrin düşük bütçeli bir anatomisi gibiydi. Tanısı konamayan kötü kokular, çığırtkan pazarlama stratejileri, yaşlı adamlar ve kadınlar, ekonomi eleştirileri… Yılmaz bunlara olabilecek en düşük düzeyde maruz kalmak adına çiçekçilerin bölümünden geçti. Renkleri, kokuları ve hayat dolu oluşları ile çiçekler; ona çok insanın bilmediği bir kitabı hatırlatmıştı.


Bu sefer kahvesini de barda içmeye karar verdi. Kahvesini kendi hazırladı. Oturdu ve sokağı izlemeye koyuldu. Patlayan borularıyla, halkıyla, darlığıyla bu sokak; ona büyük bir şehri hatırlatıyordu. O şehirde çok defa böyle sokaklarda uyumuş, böyle sokaklara kusmuş, böyle sokaklarda kadınları ağzından öpmüş ve böyle sokaklarda terk edilmişti. Tüm bu düşünce yığılmasını; kelimelerini dehşetli bir hızla ağzından çıkaran Neriman, bir ‘’Selam tatlım!’’ girizgahı ile delip geçmişti.


Neriman… Cevdet’in eski sevgililerinin en seveceni, en safı ve en gevezesi. Cevdet ile sevgili olmak kolaydır. Onu seviyorsan şüphesiz o da seni seviyor olacaktır. Bu kadar basit bir denklemdir ilişki Cevdet için. Asıl konu Cevdet’ten sonrası. Bunun nedenini ilahi bir anlatıcı bilemezken Yılmaz da bilemezdi. Tek bildiği bugün içeceği biraları; Neriman ve Cevdet’in ortak anılarını, Neriman’ın taraflı anlatımıyla ne ilk ne de son kez dinleyerek içeceğiydi. Neriman içinde kalan, manevi anlamda, Cevdet’i öyle durduk yere anlatacak değildi.


-Kuzum bu aralar durgun görüyorum seni, iyi misin?

-Düşünüyorum Neriman Abla. İnsanların koşturması mı kutsal olan yoksa benim durağanlığım mı? Bunu düşünüyorum.

-Ben Cevdet’leyken…

(Hassiktir be Sezai)

Gerisi upuzun bir üç nokta. Yılmaz’ın tek umudu, Cevdet’in bir an evvel gelmesiydi. O gelene kadar alakasız soruları ardı ardına sorup cevaplarını dinlememesi gerekiyordu.


-Hiç zaman ve mekân ikileminde fütursuzca savrulduğunu hissettiğin oluyor mu Neriman Abla?

 -…

-Peki, küreselleşen dünyada, bireylerin ve toplumların aynılaşması üzerine ne düşünüyorsun?

-…


Sonunda Cevdet geldi. Kendisine bir bira doldurdu-İkisi de vaktinde o barda çalışmıştı. Gerek olduğunda hala çalışıyorlardı. O yüzden kendi servislerini kendileri yaparlardı.- Cevdet birkaç biranın verdiği rehavetle Neriman’a alaycı ve umursamaz bir tavır sergilemeye koyuldu. Neriman da yeteri kadar azar işittiği hissine kapılınca söylenerek kalktı ve gitti. Bu gidiş yalnızca o ana aitti. ‘’Ben Cevdet’leyken…’’ döngüsü hiçbir zaman kırılmayacaktı.


Yılmaz bugünden çok sıkılmıştı ve masaya da normalden fazla insan uğruyordu. Rahat edemedi ve Cevdet’e kendisi için eve dönüş vaktinin geldiğini söyledi. Cevdet onu dostça sözlerle uğurladı.


Aynı yol, sokak köpekleri, iki paket sigara, kapı, anahtar… Şişedeki şarabın seviyesi, Yılmaz’daki kupa kullanma ihtiyacını öldürdü. Pencereyi açtı, masanın başına geçti ve bir sigara yaktı. Üstü başı düpedüz aynıydı. Masada duran boş kâğıda tükenmez bir kalem ile meyletti.


İnsanlar üşüdü, aç kaldı. Bazıları bunun için mağaradan çıktı. Sopanın ucuna taşı sivriltip mızrak yaptı. O mızraklarla çeşitli hayvanları avladı. Bir olup. Bu birlikle o hayvan cesetlerini mağaraya taşıdı. Bu birlikle postundan kıyafet yaptı. Pişirip etini yedi. Birliğin dışındakiler ise mağara duvarlarına mamut, ceylan, ava çıkan insan grupları çizdi. Bizim gibiler de hala duvarlara bir şeyler çiziyor. Biz… Biz yaşamaktan korkanlarız. Biz, yaşayanlarla alay edenleriz. Koca bir çözümsüzlük unsuruyuz. Sevmek, mağaraya hayvan cesetlerini doldurmaksa biz, tokluğun tembel çakıl darbeleriyiz. Uzanarak sevişenleriz. Durgun bir suyun tortusuyuz. Mide ağrısı, öksürüğüz. Şehrin pis kokularının, burjuva göz yaşlarının sebebiyiz. Biz, farklı bir intihar biçimiyiz.

 

Bir intihar biçimi

Hiç de faça vermeden


Sağ eline tabanca şekli verdi ve kendine sordu:

‘’Ölmek bu kadar kolay olsa, bu gece hayatta kalır mıydın?’’