-Özlemek, zemin algısına yıkıcı bir etkiye sahiptir.



Yılmaz, içinde bir yangınla uyandı. Ne kadar içtiğini düşünmeden, midesi şişene kadar su içmeye ihtiyaç duyduğunu hissetti. Dolaplarda ve bulunması mümkün yerlerde su aradı. Bulamadı. Evde içmek adına yalnızca rakı ve şarap vardı. Yanına alması gerekenleri, postacı çantasında ne varsa, aldı ve kitaplarına acelesi olduğu için özür dileyerek evden çıktı. Evinin yakınındaki bir süper marketten aldığı suyu iki hamlede içti. Üstüne bir sigara yaktı. Köprüden geçmek adına yol alacakken Cevdet aradı.


-Nasılsın Yılmaz?

-Aynı, sen nasılsın?

-Lokale gitsek diyorum. Hava bugün çok güzel. Hem Sarı da gelecek anlatacakları varmış. İnsanlar rahatsız etmeden konuşuruz. Ne dersin?

- Sonunda, derim.


Çay boyu yürüdü. Çay ile denizin birleştiği yerde, küçük, sessiz bir lokal vardı. Ne zaman içlerinde bir sıkıntı olsa, farklı bir şey yapıyoruz hissine kapılmak isteseler buraya gelirlerdi. Sarı’yı uzun zamandır görmüyordu. İstanbul’da çalışıyordu, ara ara geliyordu. Cevdet’in eski arkadaşı. Yılmaz’ın da dahil oluşuyla üç kişi olmuşlardı. Hayat, insanı nereye isterse oraya savuruyordu.

Yılmaz ve Cevdet lokale yakın oturduklarından bir süre Sarı’nın gelmesini beklediler.


-Çok mu kötü?

-Bana öyle geldi Yılmaz. Ama biraz içeriz, konuşuruz, devam ederiz. Hep böyle olmadı mı?

-Nereye kadar böyle gideceğini düşünüyorum bu sıralar.

-Ateş sönene kadar Yılmaz. Ateş sönene kadar…


Sarı geldi. Oturur oturmaz bir sigara yaktı. Hikayelerini kıvrak ve ilgi çekici bir dille anlatan adamdan eser yoktu. Yarım ağız bir ‘’merhaba’’ vardı yalnızca. Ondan sonrası ardı ardına yakılan sigaralar. Cevdet bira söyledi. Sarı’nın dilinin çözülmesini bekleyene kadar bira içtiler. Bu, çok bira demekti. Bira, Güneş’i devirmişti.



-Bir kadınla tanıştım. Bundan belli bir zaman önce. Barda tanışmıştık. ‘’Canım sıkkın, eşlik eder misin?’’ dedi. ‘’Olur.’’ dedim. Saatlerce kedisini nasıl sevdiğini ve ölümünden nasıl etkilendiğini dinledim. Öyle bir anlatıyordu ki yakınımı kaybetmenin sızısını uyandırdı içimde.

Vakit geç olmuştu. ‘’Çorba içer misin?’’ dedim. ‘’İçerim.’’ dedi. Çorbacıda iki mercimek, flörtöz cümleler… Elimden tuttu gidelim artık dedi. Evine kadar yürüdük. İstanbul’da bu az iş değil. İkiniz de bilirsiniz. Terlediğimi fark ederse diye utandım. İlk defa utandım Cevdet abi. O kadar rezilliği güle oynaya yaptım. Uzun bir yürüyüşte terlemekten utandım. İnsanın bazen duyguları bulanıklaşıyor demek ki. Evine vardığımızda girmek için kurnaz cümleler kuramadım. Kadın öpüverdi beni dudağımdan. ‘’Ama sen şimdi git, kocamla sevişeceğim.’’ dedi. Ne tepki vereceğimi beklemeden apartman kapısının ardında, görünmezliğe kavuştu. Bir süre kaldırımda oturdum. Soğuk düşüncelere daldım. Ne hissettiğimi anlayamıyordum. Hala anlayamıyorum.

 

Ne Yılmaz’ın ne de Cevdet’in diyeceği bir şey vardı. Sarı, konuşarak sessizliğini bulaştırmıştı. Cevdet denizi, Yılmaz bira bardağını izliyordu. Masadaki herkes, Yılmaz’ın bir şiir okuyacağını ve ardından dağılacaklarını biliyordu. Yılmazın o şiiri hatırlaması üç bira içimi kadar zaman aldı.


‘’Sarı kâğıt ve tütün, yanıyorum

Kibrit kutusu kadar aşk, biraz da zeytin

Demli sanrılar, siyah olmasın

Pencereler kapalı, sen dışardasın

 

Malt bira, malt viski

Denizin ortası kesik

Alnımda incecik, kibar bir kurşun

Şakayla karışık yalnızlık

 

Camdan çukurlar, tıka basa dolu

Ceketi yırtık şairler, esmer köpük

‘’Vazgeçtim gözyaşlarım kâğıdı öperken’’

Midemden fışkıran mürekkep kokusu

 

 

Etinde pahalı notalar, kemerli ben

Naifler metin olun, yalnızlık güzel

Işığı emanet, göremez önünü

Yalan, yalnızca dizelerde güzel.’’

 

Dağıldılar. Yılmaz eve gitmedi. Şehrin büyük caddesinden alışveriş merkezine vardı. Alışveriş merkezinin arkasındaki otobüs durağına oturdu. Durak Candan’ın gençlik zamanlarda ailesi ile kaldığı apartmanı görüyordu. Neden buraya geldiğini bilmiyordu. Yalnızca durağın bankına oturdu. Bir sigara yaktı. İçine dumanla beraber anıları da çekiyordu. Kavgalar, barışmalar, hediyeler, kavuşmaya sadık vedalar ve yalnızlığa sadık olacağı her halinden belli genç bir oğlan çocuğu…


Kimdi bu Candan? Artık yalnızca başkalarının hikâyelerinde hatırlanan, Yılmaz’ın aşk tarafının uyuşukluğu ve ilk uyku bozukluğu. Candan’dan geriye kalanlar, Yılmaz’ın çiçeksiz saksısında gömülüydü. Berrak bir şekilde hatırlamak için çabalıyor ama başaramıyordu. Candan, Yılmaz’ın bilinçaltında bir Mesih olmuştu. Bir ışık kümesi…

Telefonunda ‘’KADIN’’ diye kayıtlı birini aradı.


-Alo

-Müsait misin?

-Evdeyim, oturuyorum Yılmaz.

-Gelebilir miyim?

-Ne zaman hayır dedim?


Yılmaz ‘’KADIN’’nın evine gitti. O kadar yürümüştü ki gömleği terden üstüne yapışmıştı.

-Şarap var mı?

-Yok, votka vereyim.

-Ben uyuyacağım.


İki kişilik yatağın kapıya yakın tarafına uzandı. Kadın da onun yanına. Kadın, Yılmaz’ı boynundan öpmeye çalıştı. Yılmaz kendini çekti. Eline tabanca şekli verdi ve şakağına götürdü.


-Ölmek bu kadar kolay olsa, bu gece hayatta kalır mıydın?

-Ne diyorsun Yılmaz?

-Bilmiyorum.