Geceyi ayıkladım, birazcık gıdıkladım. Hareket kattım donmuş on ikiye. Saat sanki hep on ikiymiş gibi geliyordu ben onu götürmeden önce. Bir çerçeveden geçiyorum ki dar bir çerçeveden manzarayı izlemeyeyim artık. Sıkıldım belli başlı meselelerden. Yaratıcı bir şeyler görünce annemin dram filmlerinde akıttığı gözyaşlarının genç halleri düşüyor gözlerimden. Yaratıcı birini görünce yaratıcıyı görüyorum. Bir kadının saçının rengini aniden değiştirmesi gibi fırtına öncesi sessizlikte, kör dövüşünde çıkan gürültüyü dinliyorum. Gözlerim kapalı. Gözlerim vasat işlere kapalı. Bundan sonra böyle. Bundan öncesi zaten on ikiydi. Yürüyerek gelmiştim buraya ve bunu daha önce anlatmıştım. Tekrara düşmektense düşüp ölmek sempatik ve trajik olur. Sempatik bir adam değilim. Ölürsem belki trajik olabilirim. Acımasızlığım celladım olacak. Benim onlara acımadığım gibi bana da acımayacaklar. Adil gibi görünen bu terazide kaybeden kefede ben olduğum için kefen bana kesilecek. Neyse ki beyazı severim. Celladımın yüzünü kapatan siyah maskesinin tozlandığını görünce son dileğim olarak neredeyse onu çıkarıp bir silkelemesini isteyecektim. Kendimi tuttum. Bu yüzden aşağı düşmedim. Beni asma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Sonuç olarak ölmedim. Zaten güzel trajediler hep Yunanlılara nasip olmuştu.

Yazımın başına geçtim. Hep kendi kendime fısır fısır konuştum. Delirmeden hemen önce, delirdikten hemen sonra. Hep aynı hareket, hep aynı hamle olarak fısır fısır konuştum. Fısır fısır konuşmak yerine vızır vızır çalışmam gerekirdi ama ben fosur fosur uyudum. Uyandığımda başlamadığım yazıma devam etmem gerekiyordu. Yaratıcı olmam gerekiyordu. Son yarattığım dünyayı görmek için odama bir göz attım. Sıkıla sıkıla yazıma başladım.


***

 “Sancılı günlerde dokuz doğuran meraklı bir adam, oturduğu yerden dünyayı değiştirebileceği düşüncesi dışında her şeyi elinden alınmış bir şekilde beklemekten sıkılmış ve nihayet harekete geçmeye karar vermişti. Önce evden çıkmalıydı. Ev neresiydi? Bunca yıl hiçbir yığını içşelleştirmemiş, hiçbir zaman evim evim güzel evim cümlesini kurmamış bu adam için, mekan mevhumunun diğer insanlara göre bir hayli farklı olduğu bir gerçekti. Ne var ki bazı gerçekler gerçekten de nesnel denilebilecek kadar tartışmasızdı. Adamın bu konudaki görüşleri de netti. “Bir şeye inanmak için o şeyin var olmaması gerekir. Çünkü varlığı kanıtlanan şeyler nesnel gerçekliktir. Ve gerçek olan şeylere inanamayız, onu biliriz.” der ve konuyu kapatırdı.

Dışarıya adım attı. Dışarıda saçma sapan bir yağmur yağıyordu. Yağmur ona hep düzensiz gelmişti. Savsakça yapılmış her insan hareketine karşılık, evren bir yağmur damlası oluşturuyor ve intikamını bir nevi "Kendinizde boğulun!" diyerek veriyordu. Bazılarının ellerini açıp romantik bulduğu yağmur bu yağmurdu işte.

Sokağa adımını atar atmaz içinden yükselen pişmanlık Etna Yanardağı'nı kıskançlıktan patlatır ve geoit şekliyle kendi başına takılan dünyaya, biri görünür biri görünmez çifte kıyamet yaratırdı.

Pişmanlığını kesip atmak için rastladığı bu hiç tanımadığı insanları görmezden gelmeliydi. Ancak bunu bıçak gibi kesmek, bıçak sırtında olmaktan daha zordu. İşte doluşuyordu aklına tahminler. Gördüğü bir kızın hayatını tahmin etmeye başlamıştı bile. Elinde tuttuğu çantada ülkece bilindik bir markanın farklı fontlarla yazılmış adı vardı. O anda. Bu kızı ya vaktini alışveriş yaparak harcayan insanlardan sayacak ve onun gibilere nasıl acıyorsa bu kıza da aynı şekilde acıyacak, onu da kimsenin bilmediği aklındaki orduya katacaktı ya da yumuşayıp alternatif senaryoyu devreye alacak; vakit geçirebilecek kimsesi olmadığı için sırf insanların arasına karışmak amacıyla özellikle kalabalık mağazalara gidip alışveriş yapan, ayıp olmasın diye de fazla para vermeden bir şey alıp çıkan biri olarak ona üzülecekti. İkisini de yapmadı. Geriye döndü. Kendini iyileştirmeden dünyayı değiştiremezdi. Dünyasını değiştirmeden dünyayı değiştiremezdi. Başkalarını düşünmediği gün dünyadaki her şeyi değiştirebilecekti.”


***

Büyük planlar büyük yıkımlar getirir. Oysa ben büyük büyük laflar etmeden büyük duygular uyandırma peşindeyim. Başladığım bu hikayeyi bir kenara bırakmalıyım. En sevdiğim büyük duygumu seçip yazmalıyım. Korkuyu seçiyorum ve yazıyorum.


***

 “Hane halkının daha ne sözleriyle ormana doğru yolladığı lanetli çocuğun gittiği gecede var olan pus gibi bir pus vardı o gece. Olağanüstü olan tek şey olağanüstü hiçbir şey olmamasıydı. Derken bir çığlık yükseldi. Korktuklarından mı yoksa tekinsizlik alameti olan görevlerini yerine getirme bilinciyle mi yaptıkları bilinmeyen kargalar, bed sesleriyle göğe doğru uçuşlarında kullandıkları rüzgarda az önceki çığlığın pişmanlık taşıdığını söylüyordu. Komşular komşuluk vazifesinin gereği komşularına gittiklerinde, adamın evinin önünde göğe doğru baktığını ve kargalara lanet okuduğunu düşünmüşlerdi. Göğe doğru baktığı doğruydu ama kargalarla hiç işi yoktu. Ağzından dökülen kelimeler aradıkları anlamı mühürleyip önlerine koydu. Adam “Yedi cadıyı hizmetçi yapıp saçlarını süpürge ettirmezdim, bilseydim o süpürgelere binip kaçacaklarını.” dedi. Bu sözler hane halkının uzun süredir babalıkla rol biçilmiş kişisinde belli belirsiz bir anı anımsattı. Yaşlı ninesi, kendisi küçük bir çocukken, zehirlenmeyi, istemeden intihar etmek olarak adlandırılan bir diyardan bahsetmişti o an. Geçen yıllarda ninesi yaşlandıkça küçülmüş ancak kendisi yaşlanmamıştı. Zamanla hatırlamadığı bir anlaşması vardı sanki…”


***

Olmaz! Bunlar bize yabancı. Dalgıç kıyafetiyle baloya katılmak gibi. Yaratıcı olmak demek sadece aykırı olmak demek midir? Bazen evet ama şu an hayır. Şimdi yapmam gerekeni anladım. Her büyük isim gibi ben de ona ithafen yazacaktım. Kim olduğu biyografilerden, tutulmuş kayıtlardan, benim hiçbir zaman tutmadığım günlükten bulunmaya çalışılacak o esrarengiz kadın. İşte ona yazıyorum şimdi.


***

“Kâğıt bardak gibi tatsız olursam bir gün, bunu bana senin anlatmanı isteyeceğim. Seni yazdığım çizgide tutabilirsem zamanla başın omuzlarıma düşecek. Uykun ağırlaşacak. İşte böyle, milyon kez yaşanmış bir sahnenin başrol oyuncuları olacağız. Seni hangi yüzyıla göre seveceğime karar verebilirsem romantik ya da realist olacağım. Belki bir yazar gibi kibirli olurum. Yazarlar yazılarında zamanı kontrol edebildiklerini fark ettikleri andan itibaren ilahlaşmaya karar verdiler. Dil sürçmelerinden sıyrılıp gelmiş kelamlarının doğumlarını yeni ahitteki hikâyeler gibi anlattılar.

Acınacak hayatlara sahip güçsüzler, şeytanı bile tarz sahibi olarak düşlediler çektikleri filmlerinde. Tanrılarının kendilerini terk ettiğini düşünüp bunu söyleme cesaretini gösteremediklerinden bastırılmış duygularını, Tanrının en büyük düşmanının bir neferi gibi davranmakla teselli ettiler, bununla kibirlendiler. Kibirleri onları aslında içten içe gözüne girmeye çalıştıkları tanrılarından uzaklaştırıp şeytanın bataklığına çekiyordu. Bunu anlamak şöyle dursun, onlar bu bataklığı çölde bir vahaymışçasına minnetle izliyorlardı.”


***

Ona yazmaya çalışırken kendimi onu yazarken buldum yine. Acayip moralim bozuldu, onu yazmayı çalışırken kendimi yazdığımı görünce. Her tutuğu elinde kalan ve bir baltaya sap olamayan iki ayrı kişinin kardeş olduğu ihtimali hep böyle anlarda aklıma gelir. Ben de onların küçük kardeşleri gibiyim bu gece. Pastel boyalarımı bitirmemeliydim çocukluğumda. Şimdi hayatıma renk katma fırsatım kalmadı.

Kitaplarımı karıştırdım tanıdık bir yüze denk gelirim diye. Yazmak kadar okumak da sancılı. Her şeyi yapmak zor, her şeye yetişmek imkansız. Hiçbir şey yapmıyor gibi görünürken çok şey yapmak istemek yorucu. Bu ikisi arasında kalanların durumu da benimle aynı. Bu ana yakalanırsanız son cümleyi bulmak bile zorlaşır. Kalem ağırlaşır. Gözler bulanıklaşır. Beyin donuklaşır. Gerçek uzaklaşır. Her şey hazır. Belli ki ben değilim.