2. Bölüm: ''ENKAZ''


Gözlerim, dünyamın penceresinden akan zamanın kör edici aydınlığıyla aralandı yavaşça. Yerimde doğrulurken sızlayan yaralarımı görmezden gelmiştim. Yüzüme çarpan güneşin ilk ışıkları kaşlarımın çatılmasına neden olurken pencereden akan şehre diktim gözlerimi. Sokaklar akıp giden zamanın saniyelerine ayak uydurmuş geçmişin karanlık sularına karışıyordu sanki. Zamanın acımasız kuyularına birikiyordu eskiyen saniyeler.

Gözlerimi otobüsün içinde gezdirdim bir süre, rüyamın kanını bulaştırdım bu gerçeklik esintisine.

Gözlerim arkaya doğru ilerleyen görevliyle buluştuğunda dudaklarına içten gelen bir tebessüm oturmuştu. Gülümsemeye çalıştım. Yapabildiğimden emin değildim.

"Ne kadar kaldı acaba?" diye sorduğumda koltuğumun hemen yanında duraksamıştı.

"Sadece on beş dakika içinde varmış oluruz," dediğinde tepkisizce bekledim.

Ne olacaktı? Şimdi de bu sokaklara mı bulaşacaktı yalnızlığım? Bir katilin ayak izlerini mi yükleyecektim bu kocamış sokaklara? Kan kokan soluklarımla mı kirletecektim bir şehrin daha havasını? Hislerimi bir şehre daha mı sıçratıp yakacaktım ortalığı? 

Otobüs kendi peronuna doğru süzülürken başımı iki yana sallıyordum. Otobüs durduğunda elim cebime gitmişti, yerimden kalkıp telefonumu kavradığımda gözlerim etrafı tarıyordu. Kafama çektiğim kapüşonun içinde kaybolmak istedim yüzümü acıyan gözlerle inceleyen gözleri gördüğümde. Acınası mı görünüyordum?

Kaşlarımı çatarak çantamın iplerini sıkmaya başladım. Telefondan aramam gereken kişiyi seçtiğimde huzursuzdum.

Aramam gecikmeden cevaplanırken yorgun hissediyordum.

"Efendim?" Sesi sırıtmama neden olurken yutkundum.

"Benim, Aden." Sesimin güçlü olmasını umuyordum.

"Neredesin? Seni göremiyorum." Sesindeki alaylı tını gülmeme neden olurken rahatlayarak ensemi sertçe ovmaya başlamıştım.

"Yeni indim, beni bulmanı bekliyorum," deyip cevap vermesini beklemeden kapattığımda ne demek istediğimi anladığını biliyordum. Bu bizim eski bir oyunumuzdu.

Başımda hissettiğim parmaklarla hızla arkama dönerken içimde tanıdık bir his belirdi. Eski bir hatıranın kokusu ulaşmıştı sanki burnuma.

"Seni buldum, yine." Gözlerindeki parıltıyla gülümserken yüzünü inceliyordum. Canlı kahverengi saçları, puslu, koyu yeşil gözleri, uzun kirpikleri ve dolgun dudakları geçen zamanla birlikte geleceğe, şimdiye akmıştı altı yıl öncesinden.

Kollarımı boynuna sararken kokusu beni çoktan geçmişe götürmüştü.

Kocaman bir evin bahçesindeydik şimdi, kollarım yine boynuna sarılmıştı ve o dökülen duvarların dibinde oturuyorduk.

Beni kurtaracağını fısıldıyordu kulağıma, beni öz kardeşi gibi her saniye yanında tutacağına söz veriyordu kendi kendine. Sadece gülümsüyordum söylediklerine, beni kimsenin kurtaramayacağını o zamanlar da biliyordum.

Kollarımı yavaşça ondan çekip alnıma kondurduğu öpücük için ona sırıtmakla yetindim. Gözleri beni inceliyordu, bir milim bile atlamadan beni kontrol ettiğini açık açık gösteriyordu.

"Kes şunu," dedim soğuk sesimle. Gözlerini gözlerime çıkarmış şaşkınca gözlerime bakmaya başlamıştı. Kaşları çatılırken gözlerinde yanan nefreti görebiliyordum.

"Neden daha önce gelmedin?" Yükselen sesi dişlerimin kenetlenmesine neden olurken kendimi zorlayarak kuruyan dudaklarımı ıslattım.

"Böyle olması gerekiyordu." Kaşlarım çatılmış sesim donuklaşmıştı.

"Sana ulaşamadım Aden, bazen ölmüş olabileceğini bile düşündüm ve şu an karşımda öldürülmeye çalışılmış ama son anda kurtulmuş biri gibi dikiliyorsun." Endişesi gözlerine yayılırken ona doğru yanaştım.

"Sadece," deyip bekledim bir süre, başım öne eğilmiş omuzlarım düşmüştü. "Artık buradayım," diye devam ettim kısık sesimle.

Bir süre gözlerime baktı hareketsizce, sonrasında nefesini dışarı bıraktı ve elimdeki çantayı alıp kolunu omzuma doladı. Beni iyice kendine çekip yürümeye başladığında ona ayak uydurdum.

Eziklerimin acısıyla ani bir tepki vermemek için dişlerimi sıkarken yüzümü ifadesiz tutmaya çalışıyordum.

Ona belli etmeden yavaşça kolunun siperinden açığa çıktım, hızlı adımlarla beyaz, spor bir arabaya doğru ilerlemeye başlamıştık. Arabanın kapısı açılıp bize doğru koşan sarışın, zayıf ancak güçlü görünümlü biri hızla yanımıza ilerlerken boynuma sarılan kolların Ezgi'ye ait olduğunu son anda fark edebilmiştim. Omuzlarımın acısı çığlık atmama zemin hazırlarken yüzümü ifadesiz tuttum acıma sırtımı dönerek.

"Seni çok özledim! Yemin ederim! O kadar çok özledim ki ölüyorum şuan sevincimden, iyi ki geldin Aden." Sesindeki mutluluğu havaya karıştırıp, görebilmem için asılı tutuyordu sanki. Kollarımı etrafına iyice sararken ona göremediği bir gülümse uzatmıştım.

"Mutlu olduğun zamanlar senden korkuyorum, kollarının arasında ölmek istemiyorum Ezgi."

Kollarını benden anında çekerken gülerek yüzüme bakmaya devam ediyordu. Gözleri beni izliyor gülümsemesi yavaş yavaş siliniyordu çehresinden. Histerik bir çığlık attığında gülümsememden tek bir kırıntı dahi kalmazken sadece yüzünü izledim. Gözlerindeki korku ağzına kapanan elleriyle bir olduğunda gözlerimi ondan kaçırmıştım.

"B-bu ne?" 

Elleri suratıma uzanırken bir adım geriledim, bir kedi gibi saçlarımın kökünden itibaren elektriklenip dikenleştiğini hissetmiştim. Elimi enseme atıp sertçe ovmaya başladığımda kıpırdanıyordum.

"Bir şey değil, gidelim mi artık?"

Gözlerim etrafı taradığında birkaç insanın dikilip bizi izlediğini fark etmiştim. Kafamı saklama ihtiyacı duyarken Ezgi bana biraz daha yanaştı.

"Ne oldu sana Aden? B-ben bu kadar olduğunu b-bilmiyordum. Bilseydim-"

"Bunları sonra konuşuruz." Talha Ezgi'yi bölerek başıyla arabaya binmemizi işaret etmişti. Dudaklarımı yavaşça yalayıp nefesimi dışarıya bıraktığımda Talha'ya teşekkür etmek istemiştim.

Arka koltuğa yerleştiğimde Talha arabayı çalıştırmıştı. Yeniden penceremden süzülüp giden hayata sabitledim gözlerimi, şakaklarıma tırnaklarını geçiren düşüncelerimi yok saymayı bir kenara bıraktım ve ortalarına attım benliğimi. Pençe pençe oldu benliğimin kapanmayan yaraları. Akan zamanın geceye bürünmesini ve yatağıma uzanmayı diledim, zihnimdeki sahneye başkalarının yanında seyirci olmak istemiyordum...

Ezgi'nin sesi arabayı doldurduğunda çatılan kaşlarım gevşedi, sesi, suyun yüzeyine taşımıştı sanki beni. 

"Çok güzel geçecek artık günlerimiz."

Kafasında kurduğu hayallerin sevinci bulaşmıştı üzerime, inanarak söylediği kelimeler gülümsememe neden olmuştu, onu kıkırtımla onaylamıştım. Belki onlarla gerçekten mutlu olabilirdim, belki akan zaman acılarımın üstüne değil mutluluğumun üstüne yığılırdı. Biliyordum ki bir yanım hep acılarımı deşecek ve akan zamanın nerede biriktiği pekte önemli olmayacaktı. Acı, çeşit çeşit giyinip kuşanırdı; kimi zaman deniz mavisinde ruhunu boğardı kimi zaman ateşin kırmızısında seni yakardı. Ben, her renginde solumuş, soluduğum havaya lanet okumuştum. Issız sokaklarında büyümüş, o sokaklara kanımı kendi ellerimle bulaştırmıştım. Şimdi o sokakların taş yığınlarında biriken kanımdan izliyordum acılarımı, yaralarıma oradan dokunuyor oradan vuruyordum darbemi. Zihnim, bir delinin cinayet sofrası kimse görmüyor işlediğim cinayetleri. Ruhuma dikilen mezar taşlarının gölgesinde saklıyordum benliğimin zerrelerini. Ve sessizce bir çığlık kopardım ruhumdan uçurumlarıma, artık benliğim avuçlarımın arasında. Sokaklarımın kaldırımlarında koşarken amansızca kelepçelendim çıkmaz bir sokağın uçurumunda. Ne atlayabiliyorum ne geriye kaçabiliyorum, kelepçe benliğim, zihnim elimde kalan son zerremide atmamı istiyor uçurumdan aşağıya. Atmıyorum ama kilitli kalıyorum sokaklarımda, ne geleceğime koşabiliyorum ne de buna bir son verebiliyorum.

Boğazım düğüm düğüm olurken zamanın akan anlarında, yutkunmak istiyordum geleceğe, yapamıyordum. Kendimi kilitliyordum geçmişimin zindanlarına. Zindanlarımın parmaklıkları acılarımdan, tekmeleyip biraz daha acıtıyordum canımı. Kısır bir döngünün vurgunu olmuşken ruhum, köşeden sırıtarak izliyordum kendime ettiğim işkenceyi.

Arabanın hızı ilk önce saniyelere ayak uydurarak düştü ve sonunda durdu ama saniyeler akmaya devam etti. Kafamı önünde durduğumuz binaya doğru çevirdiğimde kaşlarım çatılmıştı bile.

"Neden buradayız?" diye sordum soğuk sesimle.

"Çünkü yardıma ihtiyacın var." Sesi en az benimki kadar soğuk ve sertti.

"Yardıma ihtiyacım yok Talha, ihtiyacım olan tek şey biraz uyumak."

"Buradan sırf istemiyorsun diye gaza basıp gidecek değilim Aden, itiraz etmeni istemiyorum çünkü her türlü gireceksin oraya." Ağzım bir hışımla aralandı ve sonrasında dişlerimi sıkmakla yetindim.

Kapıyı açıp hızlı bir şekilde hastahanenin otomatik kapılarına doğru ilerlerken ikisi de yanımda bitmişti. 

"Neden sinirleniyorsun ki?" İnce sesi kulaklarımı doldurduğunda derin bir nefes aldım.

"Sinirlenmedim."

Talha'yı takip ederken gözlerimin yandığını hissettim.

"Sinirlendin."

"Şu halime bir bak Ezgi, hangi doktor beni böyle görünce polise haber vermeyecek? Beni hemen ona gönderirler, anlıyor musun? Kimliğimi gören herkes beni ona gönderir."

"Lütfen sakin ol, tanıdığımız birine geldik sadece, kimsenin haberi olmayacak."

Gözlerimi kapattığımda omuzlarım düşmüştü. Yorgun ve bunalmış hissediyordum. Koridorun sonundan sağa döndüğümüzde Talha bir odadan içeriye girmişti bile, sanki geleceğimizden haberi vardı. Peşinden odaya girerken gözlerim etrafı tarıyordu. Odanın duvarları beyazdı, köşelerdeki siyah şeritler güzel görünüyordu. Pencereyi çevreleyen büyük ve beyaz bir masa vardı. Kişisel tek bir eşya bulunmazken etraf fazlasıyla temiz ve sade görünüyordu.

"Hoş geldiniz." Kalın sesi duyduğumda gözlerimi beyaz önlüğün içindeki kırklarının ortasında olan adama çevirdim. Saçlarının arasında beyazlar barınırken oldukça dinç ve güler yüzlü görünüyordu. 

"Hoş bulduk," Talha gülen yüzüyle cevap verirken kısaca selamlaştılar. 

"Hastamız kim?" diye sorduğunda gözlerimi Ezgiye çevirdim, gülümseyen suratıyla beni izliyordu.

"Aden," dedi Talha sakince ve devam etti. "Aden Kara."

Doktorun yüzünü izlemeye koyulduğumda başını bana çevirdi ve şaşkın gözleriyle beni izlemeye başladı. Bana elini uzatırken konuştu. "Hoş geldin Aden, ben Enver Cevher."

Elini sakince sıkıp gülümsedim.

"Evet beni hastamla baş başa bırakabilirsiniz çocuklar," dediğinde bir şey söylemeden dışarıya çıktılar.

Kısa bir süre sessizlik oldu ve huzursuzlukla kıpırdandım.

"Şikayetin nedir?" dediğinde yutkunma ihtiyacı duydum. Yüzümü iyice görebilmesi için önüme düşen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp sırtımda topladım.

"Bir kaza geçirdim, eziklerim var," demekle yetindim. Tüm kelimeler boğazıma yapışmıştı sanki. 

"Geçmiş olsun, eziklerin tam olarak nerelerde?"

"Sırtımda, karnımda ve bacaklarımda." Sanırım başka bir uzvum kalmamıştı.

"Seni sedyeye alalım bakalım," deyip ayaklandığında gösterdiği sedyeye oturdum.

"Bana sırtını gösterir misin?"

Sessizce nefes aldım ve üzerimdeki kapüşonlu hırkanın fermuarını açtım. Arkama geçtiğinde hırkamı omuzlarımdan düşürüp saçlarımı önüme toplamıştım. Derin bir nefes aldığını işitirken gözlerimi yumdum.

"Oldukça kötü bir kaza geçirmişsin." İmalı sesi beni huzursuz etse de sesimi çıkarmadım. "İlk önce açık yaralarını saralım."

Arkamda bir şeylerle uğraşırken bir an önce biteceği anı bekliyordum.

"Yaralarına iyi gelecek bir krem süreceğim ilk önce, biraz canın acıyabilir." Uyarısı neredeyse kahkaha atmama neden oluyordu.

Derin bir nefes alıp bekledim, soğuk krem sırtıma değdiğinde tüylerim ürpermişti. Yaralarımın üzerinde gezinen parmakları ardında yanıcı bir his bırakırken dişlerim her saniye biraz daha kenetleniyordu. Kremi sürmeyi bıraktığında boğazımda biriken inlemeleri yutkunuyordum. Elinin dokunduğu her açık o ana döndürüyordu beni, acı katlanıyor katlanıyor ve katlanıyordu. 

Sırtımı sarmaya başladığında gövdemi çevreleyen bez parçalarından rahatsız olmuştum. İşini bitirdiğinde yavaşça önümde dikildiğini hissetmiştim. Gözlerimi açıp yüzüne bakmaya başlamıştım.

"Karnını görebilir miyim?" dediğinde doğruldum ve görebileceği şekilde geriye doğru eğildim. Her bir hareketimde isyan eden hücrelerimin acı dolu çığlıklarını duyabiliyordum.

"Morluklar ve sırtındaki yaralar için birer merhem yazacağım sana, ağrıların için de bir hap. Şimdilik acının dinmesi için bir iğne yapacağım, yüzüstü uzanabilirsin." 

Dediğini yaparken sürekli derin nefesler alıyordum. Kalçamda hissettiğim iğneden akan yakıcı his nefesimi tutmama neden olurken tekrar gözlerimi yumdum. Çok geçmeden işini bitirdiğinde tekrardan konuşmaya başladı.

"Dayanıklısın, ağlamanı da beklemiyordum ama biraz sızlanırsın diye düşünmüştüm," dediğinde doğrulmuştum.

"Sızlanmayı sevmiyorum," deyip gülümsediğimde bana karşılık o da gülümsemişti.

"Farkettim güzel kızım," deyip iç geçirdiğinde gözlerimi kaçırdım. 

Elindeki reçeteyi bana uzattığında hırkamın fermuarını çekmiş ve reçeteyi elime almıştım.

"Teşekkür ederim."

"Rica ederim, bir sıkıntın olursa istediğin zaman gelebilirsin ancak bu şekilde gelmeni istemiyorum." 

Gülümseyen yüzüne bir süre baktıktan sonra gülümsedim ve odasından ayrıldım. Koridordaki koltuklarda beni bekleyen Talha ve Ezgi'nin yanına ulaştığımda nefesimi dışarıya bıraktım.

"Gidebiliriz."


 ***


Yeşillik alanı geçip beyaz, üç katlı bir evin önünde durduktan sonra Talha ve Ezgi çoktan arabayı terketmişti. Yavaşça kapımı açıp arabadan çıktığımda evi ve etrafını inceliyordum. Üzerinde beyazdan başka bir renk barınmayan evin etrafında ağaçlar kuşanmış, uzağa gidildikçe sıklaşmışlardı, sanki bir ormanın ortasına gömülmüştü ev. Ağaçlar evin askerleri gibi kalın gövdeli, uzun ve gürlerdi. Burayı koruyor gibi görünmeleri hoşuma gitmişti. Evin sağ tarafında, etrafı rengarenk çiçeklerle çevrelenmiş, her yeri tamamen camdan ibaret bir oturma alanı vardı, fazlasıyla güzel görünüyordu. İçindeki şömine, kitaplık ve ahşap mobilyalar öyle güzel görünüyordu ki kendimi oraya gitmek isterken buldum kendimi.

İnce ve yumaşacık bir ses düşüncelerimi bölerken gözlerimi kırpıştırdım. 

"Aden, canım?" Kaşlarım havalanırken çocukluğumdan kalma anılarım zihnimde sıraya dizilip yürümeye başladılar sanki. Karşımda, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş Nazan teyze dikiliyordu. Sanki hiç yaşlanmamıştı, onu anılarımdan olduğu gibi çekip almış, geleceğe bırakmıştım sanki.

"Nazan teyze?" dedim emin olabilmek için. Gülen gözleriyle birkaç adım attı ve hemen önümde bitti. Kollarıyla beni sararken kokusu burnuma doldu, öyle güzeldi ki acıyan yaralarım umurumda dahi olmadı. Kollarımı ona sararken kalbim hızlandı. İçimden akıp giden sıcak bir his her yerimi sardı, özlem. 

"Çok, çok büyümüşsün, seni nasıl özlediğimi bir bilsen güzelim, özür dilerim, ziyaretine gelmediğim için çok özür dilerim." Sonlara doğru sesi titremeye başladığında kollarımı sıkılaştırdım.

"Özür dilemene gerek yok Nazan teyze, neden gelemediğini biliyorum, senin yapacak bir şeyin yoktu, hem artık buradayım," dememle bana sarılmayı bırakıp yüzümü ellerinin arasına aldı, nemlenmiş gözleri içimin burkulmasına neden olurken kırgın gözlerle bakıyordu gözlerime.

"Her şey çok daha güzel olacak, hep yanında olacağım benden kaçmaya çalışma sakın," dedi şaka yaptığını belli eden bir ses tonuyla.

Elimden tutup beni eve doğru sürüklemeye başlayınca ona ayak uydurmaya çalıştım. 

"Çekeceğın var Aden, söyleyeyim." Ezgi yanıma sessizce sokulup gülmeye başladığında kendime engel olmayıp ben de güldüm. 

Eve girdiğimizde etrafımı saran koku hoşuma gitmişti, ev gibi kokuyordu. Nazan teyze sıkı sıkıya elimi tutuyor bana etrafı gösteriyordu. Merdivenlerden birkaç basamak indiğimizde beni hemen kanepeye oturtmuştu. Ev sadeydi, gösteriş ince işlenmişti. Kahverengi kanepelerin yastıkları kremdi ve üzerlerinde ince desenler vardı, halılar açık renkliydi, ortadaki sehpa yastıklarla uyumluydu ve üzerindeki süs eşyaları güzel görünüyordu. Ev, Nazan teyze gibiydi, ince ve zarif görünüyordu.

"Bugün iyice dinlen, yarın seni çok yoracağım." 

"Olur, tabii," dedim gülümseyerek. Heyecanı gözlerinden belli oluyordu.

"İlk önce yemek yiyelim, masa hazır sonra da odanı gösteririm sana." 

Ayağa kalkıp bana baktığında ardından ben de kalktım. Yemek masasına doğru yürürken ensei ovmaya başlamıştım. Tam olarak nasıl davranmam gerektiğinin farkında değildim. Sanki bir karmaşanın içine atılmıştım ve her şey çok hızlı gelişiyordu.

Herkes sandalyesine oturduğunda ben Nazan teyzenin sağına yerleşmiştim. Yemek servisleri yapılırken konuşmaların hiçbirini algılayamıyordum. Gözlerim yemek masasının arkasında kalan resme odaklandı, rengarenk ağaçların önünde bir tulumba vardı, tulumbanın altında bir insan yığını ve her biri ayrı bir şeyle uğraşıyordu, tulumbanın arkasındaki ağaçların köklerinde yaşıyor gibiydiler, her bir siluet köklerin üzerindeydi, sanki ağaçların sırrı köklerinde gizlenmişti, gökyüzünde güneş, ay, bulutlar ve yıldızlar vardı, bir taraf yıldızlı bir gece diğer bir taraf güneşli bir gündü, gökyüzü hem karanlık hem de güneşliydi, gökyüzü iki tarafta da şaşaalıydı, büyülenmiş gibiydim, gözlerim her bir fırça darbesini zihnime alıyor, canlandırıyor ve önünde eğiliyordu. Çok ince işlenmiş ve çok farklı canlandırılmıştı.

"Çok sevdiğim birinden hediye, anlamı benim için çok büyüktür." Nazan teyzenin sesi düşüncelere boğulmuş gibiydi.

"Çok güzel görünüyor," dedim tüm samimiyetimle, sesimden hayranlığım anlaşılıyordu.

Derin bir çekmenin ardından gülen gözleriyle bana baktı.

"Hadi, yemeğini ye bakalım koca kız, yoldan geldin."

"Anne, Aden'i ilgin yüzünden kaybedeceksin," deyip ciddi ciddi konuşan Talha kaşlarını çatmıştı. Memnun değilmiş gibi görünüyordu, kaşlarım havalanırken onu izlemeye devam ediyordum. Aniden gülmeye başladığında tuttuğumu farketmediğim nefesimi dışarı bıraktım.

"Beni korkutamazsın oğlum, ilgiden kim sıkılmış, her gün daha çok ilgi isteyen arsız oğlum mu?" deyip gülmeye başladığında herkes gülmeye başlamıştı. 

Çorbamı yudumlamaya başladığımda vücudum her kaşıkta biraz daha ağırlaşıyordu sanki. İğnenin bir diğer etkisi de uykuydu sanırım. Göz kapaklarım üstüme sinen uykuyla yanmaya başlamış vücudum yığılacak gibi uyumuştu.

Herkes yemeğini bitirdikten sonra Nazan teyze beni direkt odama çıkarmış, dolaptaki eşyaların benim için olduğunu bildirerek beni odada yalnız bırakmıştı. 

Üstümdeki kıyafetleri hızlıca çıkararak dolaptan üstüme bir şeyler geçirdiğimde düşünemiyordum. Kendimi yatağa atarak pikenin altında kıvrıldığımda tek düşünebildiğim uykuydu.


***


Gözlerimi araladığımda göz kapaklarımın örtüsüden daha farklı bir karanlıkla karşılaşmamıştım etraf zifiri karanlıktı, nerede olduğumu çözemezken gözlerimi tekrardan kapadım. Derin bir nefes almıştım ve anlam veremediğim bir şekilde kalbim göğüs kafesime sığmıyordu. Gözlerimi açtım, yataktan sakince kalktım ve ellerimle etrafı yoklayarak kapıyı bulmaya çalıştım. Elimi sürdüğüm duvar elimde ıslaklık bıraktığında kaşlarımı çatarak elimi üzerime sildim. Kıyafetlerimden gelen ıslaklık gerilmeme neden olurken saçlarıma dokundum, sırılsıklamdım. Hızlıca, telaş içinde kapıyı ararken içimde büyüyüp duran hissi yok etmek istedim. Sonunda kapıyı bulduğumda koluna asıldım. Kapıyı açtım ve yüzüme vuran ışıkla içimi rahatlatmaya çalıştım, zihnime ulaşan görüntü kalbimin daha da hızlı çarpmasına neden olurken soluk soluğa koridorda ilerlemeye başladım. Zihnimin içine bir bomba atılmış gibiydi, her şey birbirine girmiş, zihnim bir harabeye dönmüştü sanki, düşünemiyordum. Yıkık dökük bir şeyler vardı ve ben sanki zihnimin altında eziliyordum. 

Koridoru aşıp salona vardığımda gözlerim duvardaki oval aynaya takıldı. Göz altlarım çökmüş, siyah halkalara bürünmüşlerdi, göz irislerim solmuş, beyazı kan çanağına dönmüştü. Kuruyan dudaklarım aralanmış cildim kirece dönmüştü. İnanamayarak defalarca gözlerimi kırptım, görüntü aynıydı, hisler aynıydı. Kendime daha fazla bakmaya dayanamayarak etrafı gözlerimle didik didik etmeye başladım. Gözlerim yanmaya başlarken duvara yaslandım, evdeydim. 

Duvarlardan gelen çınlama sesi çığlıklara dönüştü, yaslandığım duvardan kayarken dişlerimi sıkıyordum. Oturduğum zeminden gözlerim yuvalarından çıkarmış gibi duvarları izliyordum. Çığlıklar, benim çığlıklarımdı. Ruhumdan dilime varamayan bütün çığlıklarım duvarların içinden bana ulaşmaya çalışıyordu sanki. 

Yanağımdan süzülen sıcaklığı hissettiğimde yutkundum. Duvarlar büyük bir gürültüyle ince ince çatlamaya başladı, kalbim göğüs kafesime sığmıyordu. Gözlerimi kapatmak istiyorum, kapatamıyordum. İnce çatlaklar derinleşti, duvar yarıldı ve sesler dayanamayacağım bir hale geldi, kulaklarımı kapattım, sesler içimden doğmaya başladı. Ellerimi ne yapacağımı bilemez halde iki yanıma düşürdüm. Tavan parça parça önüme yığılmaya başlamıştı, ev üstüme çöküyordu. Kalkamadım, yerimden milim oynamadan öylece orada bekledim. Sesler doğrudan ruhuma ulaşıyordu, sanki ruhum bu acıyı hissetmek istiyordu. Her zerremde acıyı hissettim, deprem ruhumdaydı. Üzerime yağan beton parçaları canımı yakmıyordu ancak ruhum can çekişiyordu sanki. Nefes alamıyordum, gözümden akan yaşlar hız kesmiyordu. Hisler ruhuma bir balyoz gibi iniyordu. 

Yerde uzanıyordum, ev tamamen üzerime çökmüştü, gökyüzünü yaran güneş elime dokunuyordu. Ruhum kıvrandı, sıcaklığını hissedemiyordum. Bir ceset gibiydim, yerimden oynayamıyor bu enkazın altından kendimi çıkaramıyordum. Aynı zamanda hayat doluydum, güneşi görüyor ancak hissedemiyordum, her şeyi ruhumda hissedebiliyor ancak bedenimde bir acı duymuyordum. 

Fısıltıya dönmeye başlayan seslerin arasından gelen ayak seslerini duyabiliyordum ancak kime ait olduklarını görebilmek için gözümü dahi oynatmıyordum. Gözlerim elime vuran güneşin lekesine takılı kalmıştı. Sanki hayat bana sırtını çevirmişti, onu hissedemiyordum. Güneşin sıcaklığı yoktu, rüzgar yoktu...

Parmaklarımın hemen ucunda duran ayaklar görüş alanıma girdiğinde yutkundum. Çok geçmeden bana doğru eğilen suratın sahibini tanıdım, babam. Öylece yüzüme bakıyor tek kelime etmiyordu. Dişlerimi sıktım, gözlerimi kapatmak istedim ama inatla gözlerine bakmaya devam ettim.

"Sen bundan ibaretsin," dediğinde gözlerimden bir yaş daha süzüldü.

Şimdi gülümsüyordu, onu tanımasaydım gülümsemesi beni cennete sürükleyebilirdi. Öyle güzel ve farklı oluyordu ki...

"Seni bu hale ben getirdim ve sen de buna izin verdin." 

Kelimeler ruhuma çarptı, kanattı, ezdi... Bir şey söylemek istedim, aksini kanıtlayabilecek bir cümle söyleyebilmek istedim. Söyleyemedim. 

Parmakları yüzümde dolanırken kendimden tiksinmeden edemedim, acizdim. Güneşin sıcaklığını hissedemezken onun yakan sıcaklığını hissedebilmek kalbimi sıkıştırdı. Gözlerimin üstüne düşen saç tellerimi kaldırdı.

"Senin kaderin, benden dileniyor ve bende ona hakettiğini veriyorum. Acı. Senin kaderin acı."

Elini yüzümden çekiyor ve yavaşça ayağa kalkıyor. Arkasını bana dönüp giderken ruhumda katlanamadığım bir acı beliriyor. Adı kader. Kader yollarım bu adam tarafından yerle bir edilmişti, o yollardan kalan enkazda attığım her adım beni yerin dibine sürüklüyordu. Kader, ruhunuzdan ayrılmış bir kalemden ibaretti, kader kalemi kalbinize, ruhunuza göre şekillenirdi ve kaderinizi çizmeye başlardınız. Benim kaderimin kalemi onun ellerindeydi, ruhum onun ellerindeydi, kalbim onun ellerindeydi ve benim kalbim ve ruhum sıkışıyordu. O kalemi ben mi vermiştim onun ellerine, o mu çekip almıştı vicdanında kurduğu mahkemenin acımasız tuzağında?

Yanağımı yasladığım o enkazın içinde öğrendim, terk edilmeyi, terk etmeyi, bedel ödemeyi, yüzüstü bırakılmayı, güvenmemeyi, yaşarken hissedememeyi... Sırtını izlediğim adam öğretmişti bana, tok ayak seslerinden sessizce gidebilmeyi, sözlerin nasıl acıtacağını, bir gülümsemenin cenneti gösterip cehennemi nasıl yaşattığını...

Ben babamdan acıyı öğrendim, asıl acı ruha sürülendi, bir mezar taşının soğukluğunda cehennem azabı verendi. 

Ayak sesleri her saniye silikleşti ve sonunda kayboldu. Ruhum bedenime yapışmıştı sanki... Her şey zerre zerre toz olmaya başladığında tepki veremiyordum. Gökyüzü parçalandı, toz oldu, enkaz parçalandı toz oldu... Etraf yeniden karanlığa büründü, şimdi düşüyordum, çığlıklarım peşimde başka bir acının içine düşüyordum sanki. Ruhumda hissediyordum, yaklaştığım acının yoğunluğunu.

Bedenimde hissettiğim acıyla gözlerimi aralarken acıyla inledim. Bedenim sızlıyor, midemin hemen üzerinde bir ağırlık hissediyordum. Yavaşça doğruldum, ensemi ovmaya başladığımda elimde hissettiğim soğuk ıslaklık midemi bulandırdı. Gözlerim etrafı taradı ve pencereden süzülen alacakaranlığı gördüm. Dişlerim birbirine kenetlenmişti. Şimdi her şey daha acıydı, bir rüyanın gerçekliği çok daha fazla acıtırdı. Zihnim durgundu, ruhum acı dolu. Sanki kalbim ortadan iyi bölünüyordu.

Derin bir nefes alıp ayağa kalkmaya zorladım kendimi. Yatağın kenarında öylece dikilirken bedenimde halsizlik hüküm sürüyordu. Ayaklarımı yere sürte sürte banyoya doğru sürüklenirken nefes almak dahi zor geliyordu. Düşünmeden soyundum, kabinin içine girdiğimde soğuk su başımdan aşağı dökülmeden önce nefesimi tuttum, elim yanağıma gittiğinde ağladığımın farkında değildim. Soğuk su içimi soğutmadı. Alışana kadar hareket etmedim, vücudum suyun soğukluğuna alıştığında saçımı şampuanladım. Düşünmek istemiyordum. Zemine otururken inledim. Her yerim ağrıyor ve sızlıyordu. Alnımı dizlerime yasladığımda ne kadar öylece bekleyeceğimi bilmiyordum. Kalbim gümbürdüyordu. Düşünceler zihnimde çarpışıyor yere düşüyorlardı ancak hiçbirini yakalayamıyordum. Sanki her şey benim kontrolüm dışında gerçekleşiyordu. Ruhum acı çekiyordu ve buna engel olamıyordum, zihnimde bir savaş vardı ve ben buna da engel olamıyordum. 

Şakaklarım zonkluyordu, ense kökümde dayanılmaz bir acı vardı. Bütün bedenim sızlıyordu. Derin bir nefes alıp her şeyin bitmesini istedim. Bitmeyeceğini biliyordum, yine de istedim. Tüm kalbimle her şeyin sonunu görmek ve sonra gözlerimi yummak istedim. Hiçbir şey olmadı.

Soğuk zeminden destek alarak kalktım ve yüzümü soğuk suya doğru uzattım. Su başımdan aşağı dökülüp ayak uçlarımdan aktığında bir sıcaklık hissediyordum. Gülümsedim. Sonunda suyu kapatıp havluya sarıldığımda aynaya bakmadan odaya geri döndüm. Kendimi kuruladıktan sonra hızlıca üzerimi giyindim. İyice gerindikten sonra saate baktım, yelkovan yavaş yavaş sekize doğru yürüyordu.

Odamdan çıkıp doğrudan dışarıya açılan kapıdan çıktığımda çiçeklerin arasındaki oturma alanına doğru yürümeye başlamıştım. Cam kapıyı ittirip içeriye adımımı attığımda şöminenin önünde odunlarla uğraşan kır saçlı adamı görmüştüm. Şömineyi yakmış, odunları düzenliyordu. İçeri girdiğimde çıkan sesle gözleri bana çevrilmişti. Açık mavi, parlayan gözleri gülümsüyordu sanki. gözlerinin kenarında beliren çizgiler eskimiş hayatını gözler önüne seriyordu.

"Günaydın," derken gözlerimi kırpıştırdım.

"Günaydın, kolay gelsin." Sesim kısık ve çatlak çıkmıştı.

"Teşekkürler, küçük hanım, hoş geldiniz," dediğinde beklemeden gülümsedim. Kalın ve tok sesi hoşuma gitmişti.

"Hoş buldum."

Odunları düzelttikten sonra etrafa saçılan odun parçalarını temizledi. Kapıya doğru yürürken gözlerini gözlerimden ayırmadı ve tuhaf bir şekilde gülümsedi. Garip gelse de tepki vermeden ben de gülümsedim. Kapıdan çıkıp gittiğinde şöminenin önüne beyaz minderlerden birini çektim. Minderin üzerine oturmuş kollarımı bacaklarıma sarmıştım. Gözlerimi ateşe dikmiş öylece duruyordum. Küle mi dönmek gerekiyordu acının dinmesi için? Ruhu saran ateş külü mü istiyordu yoksa her daim var olmayı mı? 

Kafamı dizlerime yasladım, düşünmek istemiyordum. Ruhum bedenimin dibine serilmişti sanki, kafamda hiç durmayan sesler üzerine binmiş ayağa kalkmasına izin vermiyorlardı.

"Güçsüz ve zavallısın," sesi oda yankılanmıştı sanki. Ses zihnimde yankılanıyordu.

Dişlerimi sıktım, kafamı kaldırdım ve içim sökülene dek çığlık atmak istedim. Sessiz kalmanın verdiği ruh bunalımı gözlerimin yanmasına neden oldu. Yapılması gereken ya da istenen şeyi ruhunuza bahşetmediğinizde gözleriniz dolar kalbiniz patlayacakmış gibi şişerdi. Ruha istenilen verilmedikçe elinizde tuttuğunuz hayatınızı bırakıp üstünden nasıl da düşmanca geçtiğinizi görür ve tamamen kendinize düşman kesilirdiniz. Hâlâ neyin peşindeydim, neye tutuyordum bilmiyordum. 

Kafamı omzuma doğru yatırdım ve boş boş bakındım. Düşüncelerimden sıyrılmaya çalıştım, çabalarım boşa çıkarken, zihnimde düşüncelerim istiflendi sıra sıra dağlar gibi yerden göğe yükseldi. Dağların arasında elimde bir kazmayla tek başımaydım. Vurduğum her darbede geri savruluyor büyümelerini izliyordum. Yorulmuştum.

Kapının sesini duyunca arkama döndüm, ne kadardır buradaydım bilmiyordum. Elindeki zarfla bana doğru yürüyen yaşlı adamdan gözlerimi ayırmadım.

"Kenan Bey size bir zarf yollamış," dediğinde tepki vermedim. Bana doğru uzattığında tereddüt etmeden aldım.

"Teşekkür ederim," derken zarfın dokusuyla oynamaya başlamıştım bile. 

Yaşlı adam kapıdan çıktığında zarfı açmaya başlamıştım. Zarfı açıp elimi içinde attım, zarfın içinde iki ayrı zarf daha vardı. Üzerinde adımın yazılı olduğu zarfı açıp okumaya başladım.



Aden, olduğun yerde mutlu olacağına ve bunu sonuna kadar hak ettiğine inanıyorum. Ozan güvende ve iyi durumda. Yakında bir görüşme ayarlayacağım sizin için...


Zarfın içinde sana ait olmayan diğer zarfı aşağıda yazan adrese, kendi elinle teslim etmeni istiyorum. Eğer yapmak istemezsen Nazan teyzene vermen yeterli.

Hareketli bir gecen olsun istedim, iyi şanslar...

 Gülümsedim, kendim götürebilirdim, eskisi gibi. Ayağa kalktım ve düşüncelerimle birlikte kendimi kaldığım odaya geri sürükledim.