Bugün Oruç Aruoba'nın ölüm haberine uyandık. Bu üzücü kayıp, Aruoba'yı yaşamının son evrelerinde tanıyabilmiş olduğum için benim açımdan epey trajik cereyan etti. Onunla bir imza gününde karşılaşmayı ve karşılıklı iki kelam etmeyi gerçekten çok isterdim.

Huzur içinde uyusun.


Oruç Aruoba'ya hakim olmayanlar; kim olduğuna, eserlerine, ölüm sebebine, yaşına, akademik kimliğine ulaşmak için arama motorundan bu bilgilerin hepsine ulaşabilirler. Bugün sevgili basınımız bundan epey bahsetmişler. -Hayır, fırsatçılık falan demiyorum buna, bu sizin uydurmanız. Ben burada sözlük bilgilerinin dışında bambaşka bir konuya değineceğim.-


Aruoba için duyduğum üzüntüyü şimdilik bir kenara bırakıyor ve onun kaybı vesilesiyle uzun zamandır değinmek istediğim bir konuya geliyorum.


Ülkemiz, bilindiği üzere, yeni 'entelektüeller' yetiştirmeye yatırım yapmadığı gibi, tüm zorluklara rağmen anlak seviyesini bir noktaya taşımış, benliğini hem kendine hem de toplumsal algılara rağmen ispat etmiş; değer üreten ve değer üretimine ışık tutan bireylerini itip kakmakla meşhurdur.

Ülkemizin bu üne sahip olmasının nedenini yalnızca yönetimsel unsurlara bağlayacağımı düşünenleri biraz yanıltarak aynayı tam da onların suratına çevireceğim.

Bunu hepimiz yeterince okuduk, söyledik, bazen de sustuk, biliyorum. Yine de soruyu tekrar edeyim:

''Toplum ahlaklı olsaydı, siyaset bunun aksini yapabilir miydi?"

Bu soruyu farklı şekillerde düzenleyerek gündeme getirmek mümkün.

Toplum sanata değer verseydi, toplum kadına değer verseydi, toplum hayvanlara/doğaya değer verseydi...

Hayır, tabii ki tatil beldelerindeki metrik yangınların, artan kadın cinayetlerinin hatta başımıza musallat olan bu melun salgının sebebinin siz olduğunu söylemiyorum. Her fırsatta başvurulan türcülüğün, ayrımın; kendi cenahının kötüsünü alkışlayıp karşı tarafın iyisini yuhalayanların da alakası yok bu konuyla.

Hatta Nazım diye söze girene Necip Fazıl'la koşanların, Nihal Atsız örneğine Sabahattin Ali hamlesi yapanların da hiç alakası yok.

Öyle şey olur mu hiç?


Şunu da belirtmem gerekiyor: Bu metinde ve başlıkta bahsi geçen entelektüel kavramının, toplumsal düzlemdeki 'entel' algısıyla uzaktan yakından alakası yok. Ama elbette burada durup yanlış yorumlanmış kavramlar üzerine konuşmayacağım.


Konumuza dönelim.


Salgınların yalnızca fizyolojik bir durum olduğunu zannediyorsak, ki zannediyoruz, bu büyük bir yanılgıdır. Hele ki bir yanı Doğu'nun diğer yanı Batı'nın rüzgarına kapılmış, henüz kendini nerede konumlandıracağını tam olarak kestirememiş bir toplumda bu, çok daha büyük bir yanılgıdır. Bireyselliği yanlış algılamış, toplumsallığı en tutulmaz yerlerinden tanımlamış bir millet için çok çok daha büyük bir yanılgıdır. Satre'ın yorumuna birkaç ekleme yaparak benim açımdan toplumu şöyle tanımlamak mümkün:

İnsanların birbirine sevgiyle değil zorunlulukla bağlı olduğu coğrafyalarda toplum, hastalıktan başka bir şey değildir.


Kendimce toplumun ne olduğunu, ne işe yaradığını daha sayfalar dolusu tanımlayabilirim ancak bunun ne yeri ne de zamanı. Toplum tanımını yukarıdaki cümleye sabitleyerek devam ediyorum.


Sanatın herhangi bir koluyla ilgileniyorsanız ve ülkenin o küçük (aileden) şanslı azınlığına mensup değilseniz, başta aileniz ve yakın çevreniz olmak üzere ''boş iş' erbabı'' olarak tanımlanırsınız. Boş iş derler buna çünkü yüksek olasılıkla yaptığınız üretimin maddi bir karşılığı yoktur. En azından bu yola ilk çıktığınız zamanlarda yoktur. Ki bu yolun başlangıcıdır zaten en zor etabı.


Bu dediğimi, bu yöne bir şekilde ve bir yerinden sapmış olanlar iyi anlayacaklardır. Diğerleri katılmayabilir, dahası abartıyorsun diyebilir. Bu ifadeler, yaşama benim başladığım yerden başlamış biri için onlarca, belki yüzlerce izlenimin ürünü. Somut karşılıkları olan bir genelleme yani.


Başlarsınız ailenizle, eşinizle, dostunuzla, dünyayla, sistemle ve en önemlisi ''kafanızla'' mücadele etmeye.

Hareket alanınız oldukça kısıtlıdır. Okursunuz, araştırırsınız, üretirsiniz. İcra ettiğiniz devinim nafile bir çabadan öteye gitmez çoğu zaman. Örneğin, maaşınızdan artırarak eve basit bir stüdyo inşa edersiniz. O aciz ekipmanlarla şarkılar kaydeder, paylaşırsınız ama kimse sizi duymaz.

Bir şiir ortaya koyarsınız sustuklarınızdan yontup. Okuyanı olmaz. Bu durumun, işinizde iyi ya da kötü olmanızla alakası yoktur. Devir, tevazu devri değildir. Çığırtkan olmanız, üretiminizi göze sokmanız gerekir. İçinizde bir yerlerde zaten böyle olamadığınız için usulca sanata tutunduğunuzu bilirsiniz ya, en acıtan yanı da budur bu işin.

Zamanla bu durumu iyice kanıksarsınız ve zihniniz size şöyle seslenir:

"Ya onlara benzeyeceksin ya da görünmez olmaya mahkumsun. Kendin kalarak görünür olman mümkün değil. Kendin kalarak ancak ezilen, hor görülen, sigortalı bir işçi olabilirsin. O da şanslıysan tabii." Evet, o kadarı için bile şansa ihtiyacın vardır.

(Buradan sigortalı işçileri küçümsediğim anlaşılmasın. Ben sigortalı işçi olmanın karşılığını ve koşullarını eleştiriyorum. Epeydir işsizim çünkü. Epeydir evde zeytine çatal fırlatıyorum.)


Velhasıl, gösteri toplumunun bir ferdiyken yapabildiğin bu kısık sunum yetersizdir.

Alan, birbirinin kopyası dizilerle hipnoz olan, üzerine düşünülmesi gereken her şeyden kaçan ve dünyayı elindeki telefonların ekranına sığacak kadarıyla seyredenlerin alanıdır.

Sen gittin ya bana bir şeyler oldu, diyenlerin; algısına göre içtiği içeceği güzellemenin edebi bir yanı olduğunu düşünenlerin; hiçbir yetiye sahip olamayışıyla vitrine çıkmış fenomenlerin çıkardığı gürültüyü müzik sananların ve bu sanrılara kapılmışları yüceltenlerin alanıdır.


Yeterli bir güç, kalabalık yoktur yanınızda. Dedim ya işte, o şanslı azınlığa mensup değilsinizdir. Babanız on üç yaşınızda elinize tutuşturmamıştır Dostoyevski'yi. O yaşlarda elinizde berber süpürgesi vardır, marangoz odunu vardır, seyyar lamba kablosu, temizlik süpürgesi vardır. Kucağınızda kardeşiniz vardır. Üstelik bunun için babanızı da suçlayamazsınız.


Uygun değilsinizdir entelektüel biri olmaya. O hırkayı giyme şerefine bir türlü nail olamazsınız.

Yine de didinip durursunuz. Etrafınızda size benzeyen küçük bir azınlık oluşur zamanla. Aileniz, en yakın dostlarınız dönüp bakmaz ürettiklerinize, yalnız bu küçük azınlık görür, anlar sizi.

İşler yolunda giderse ve sefalete, öteki olmaya yeterince dayanabilirseniz birilerinin hayata başladığı o düzlük noktasına, kafanıza yediğiniz tekmelere rağmen tırmanırsınız. Etrafınız biraz daha kalabalıktır artık.

Madden bir karşılık bulamasınız da manen anlaşılma ihtiyacınızı giderirsiniz bir nebze.


Peki bu mağduriyet nereden ileri geliyor? Sanat ''piyasasının'' teslim olduğu ''avamlık'' gerçekten ülkede yetenekli insanlar olmadığından mı, yoksa kimselerin yetenekli insanlara alan yaratmadığından mı kaynaklanıyor?

Birkaç soru soralım bakalım, neler göreceğiz?


Sizce tüm bunlar olup biterken bu ülkenin kendini ''aydın'' olarak tanımlayan, ''gerçek entelektüelleri'' ne yapıyordur? Nelerle meşguldür?

Fil dişi kulelerinde ülke gençlerinin halinden ve yetersizliğinden; sanatın, eğitimin geldiği halden muzdarip, fısıltı düzeyinde karalamalar ve konuşmalar yapmaktan başka ne işe yarar bu entelektüeller?

Kimin yarasına merhem olurlar? Şöhretlerini, maddiyatlarını ne uğruna kullanırlar?

Düşmüşe üzülmek kolaydır. Peki. Düşmüşün elinden de tutar mı bu entelektüeller?

Bakın sadece soruyorum, eleştirdiğimden falan değil. Sahiden ne yaparlar yani?


Bolca takipçisi olmayan ama edebiyatın hakkını veren bir gencin -küçük istisnalar yok değildir- dosyasına ne olur mesela yayınevi odalarında?

Entelektüeller bu yazıyı, muhtemelen ben kendilerinden ol(a)madığım için ciddiye almayacaklar, biliyorum. Nafile yazıp çizmenin manası yok. Ben kendi muhataplarıma döneyim tekrardan en iyisi.


Ya siz, sevgili ülkemin sevgili toplumu. Beş bin dinlenmiş bir şarkının altına ''N'olur seni kimse keşfetmesin,'' tarzında yorumlar yazmaktan başka ne yaparsınız bu gençler için? Bu yorum, onları sevdiğinizin göstergesidir üstelik.

Tamam. Üstünüze fazla gelmiyorum. Bir gün içimizden birinin yaptığı bir iş, popüler bir diziye konu edilince hakkını veriyorsunuz çünkü. Yalan değil. Neşet Ertaş'ı, Oğuz Atay'ı bol bol anıyorsunuz.


Konuyu başlığa uygun bir hale getirmek istiyorum ancak başlığın içerdiği soruya benim de verecek somut bir cevabım yok. Böyle sorgulamaları, meselenin ucunun size dokunmayacağı boyutlarda ele almayı seversiniz. Bilirim. Bu yüzden başlık dikkatinizi çeksin istedim. Kafamın üstünde yüz altmış beş kitabı nasıl taşıdım, babaannemin seccadesinden nasıl uçurtma yaptım tarzında bir başlık koymayı da düşündüm ancak bunu zamanı geldiğinde Youtube üzerinden yapacağım. Burnumdan leblebi yedim ve nasıl hastanelik oldum, isimli bir videoyu açtığınızda karşınızda Proust anlatan birini görürseniz o benimdir işte.


Neyse, konuyla ilgili naçizane çıkarımlarda bulunayım şimdi. Manifestomun sonuna geliyoruz.


Bakınız sevgili toplum. İşler ne zaman düzelecek biliyor musunuz?

Sosyal medya tartışmalarında, ''Hasan Ali Toptaş daha ne kadar okunacak yea, yıllık şu kadar kazanıyor işte!'' demeyi bırakıp biz Hasan Ali, İhsan Oktay gibileri daha ne kadar yüceltebiliriz, nasıl ekranlara, okullara konuk edebiliriz diye düşündüğünüzde düzelecek. ''Sanatçı dediğin fakir olur. Bakın Van Gogh nasıl yaşamıştı hede hödö''sünü bıraktığınızda düzelecek. Yahu ortalama bir müteahhitin yıllık kazancını biliyor musunuz siz? Herifler senin benim yeşilliğimi betona boğuyor. Oksijenimizi çalıyorlar bizden. Bu şekilde götürüyorlar milyonları. Sorgulanacak alan orası.


Bakınız sevgili ülkemin sevgili entelektüelleri, işler ne zaman düzelecek biliyor musunuz?

Eleştiri oklarınızı ''soruna çözüm üretmeye çalışanın yönteminden, sorunun kendisine yönelttiğinizde'' düzelecek. Çözüm üretenlere el verdiğinizde düzelecek. Sizden olanın değil, esaslı söz söyleyenin konuşmasını alkışladığınızda düzelecek. Ödüllerinizi kendi aranızda pay ettiğinizde değil, hak edene uzattığınızda düzelecek. Bulunduğunuz konumu dinazorvari bir çabayla savunduğunuzda değil, o konuma başka insanları da taşıma kaygısına düştüğünüzde düzelecek. Her ay başka bir 'ölmüş aydınımızın' görselini kapak fotoğrafı yapan sözde sanat dergilerini okumayı bırakıp yüzünüzü pırıl pırıl insanların inşa ettikleri fanzinlere döndüğünüzde düzelecek.


Evet. Konu döndü dolaştı sevgili yöneticilerime geldi şimdi. Burada ''Silivri soğuktur.'' esprisini ben kendi kendime yapıyorum. Tekrara düşmeyelim.

Düşündüm de şimdi. Sizlere çok bir şey söylemeyeceğim. Zaten okumayacaksınız. Boşa yorulmayalım.

Siz Kültür Bakanlığı'nın, devlet televizyonlarının, tiyatrolarının başına liyakatli insanları konumlandırsanız yeter. Fazlasında gözümüz yok.


Şimdi sıra size geldi sevgili dostlarım. Sayın şanssız azınlık. Yani bu yazıyı sonuna kadar okuma zahmetinde bulunanlardan bahsediyorum. Oğuz Atay'ı, Neşet Ertaş'ı dizilerden evvel tanıyanlar, dizilerden sonra da şımarık bir ''ağbi herkes keşfetti ya'' tavrına kapılmayıp yine de onlara gereken özeni gösterenlerden bahsediyorum. Çimen, çuval, ayak tarzındaki dergilere papuc bırakmayanlardan bahsediyorum. Çevresinde cereyan eden bir başarıdan gocunmayanlardan bahsediyorum. Kendi halinde üreten birini gördüğünde onu eşine dostuna önerenlerden bahsediyorum. Sizlerle aynı saftayız.

İçimizdeki yetersizlere uygun bir dille ''çok çalışman lazım'' demekten; aramızdaki iyilere, ''yürü be, yapacaksın sen bu işi, biz arkandayız, seni kesseler acımaz!'' demekten gocunmayacağız. Düşeni yerden kaldıracağız, yukarı çıkması gerekene omuz vereceğiz.


Hep birlikte hiçbir şeyi değiştirmeyeceğiz belki ama en azından bir araya gelip bir şeylerin değişmesi gerektiği hususunda daha yüksek sesle haykırıp vicdanımızı rahatlatacağız. Vicdanımızı rahatlatacağız elbet. Bu önemli bir konu.


Not: Özel ve şahsi ricamdır. Bizi sağken, istemli olarak görmeyip bedenimiz dünyayı terk ettikten sonra alkışlayan birilerini görürseniz enselerine okkalı bir tokat indirin. Bu, içimin yağlarını eritecektir. Şayet bu durum içimizden biri için cereyan ederse ben de aynını yapacağım.

Hepinize saygı ve sevgilerimle...