Yetmişli yılların Yeşilçam filmlerinde görülürdü Uludağ. Ve filmlerden anladığımıza göre burası, sadece zenginler içindi. Uludağ kayak, teleferik, büyük ahşap oteller, şömine ve onun önüne serilmiş bir hayvan postu ile viski bardakları olarak yerleşti belleğimize. Ve sanki şimdi gitsem oraya, kapıda kimlik kontrolü yapacaklarmış da bir televizyon ünlüsü ya da zengin biri değilsem beni almayacaklarmış gibi hissediyorum...


Bir insanın hissedebileceği en ağır şeylerden biri de nedir bilir misiniz; yurdunun her hangi bir yerinin, bir noktasının, ona yasaklı olması. Bu dediğim elbette, fiili bir yasak değil. Ancak birçok yer, bir dizi düzenleme ile sahiden yasaklı hâle getirilebiliyor. Bunu çocukken, ilk olarak Hilton Oteli'ne karşı hissetmiştim. Amerikan filmlerinde görüp de özendiğimiz gökdelenlerden biri de bizim şehrimizde, İzmir'de inşa ediliyordu ve biz çocuklar da o heyecanla, her fırsatta saatlerce yürüyerek yakınına gidip bu devasa binanın inşaatını izliyorduk. Nihayet birkaç sene içinde inşaatı biten otel açıldı ve biz, -bugüne kadar- hayranı olduğumuz binanın dış duvarları ile kapısını görebildik sadece. Somuttu, gözümüzün önündeydi ama yine de düşsel bir yapıydı ve bizlere yasaktı bu bina. Önüne lüks araçlar park ederdi. Dış cephe camları karartılmıştı. Döner kapısının önünde takım elbiseli, papyonlu görevliler vardı. Yaklaşıp da içeriye şöyle bir bakış atmaya çalışsak, kovalarlardı bizi... İşte o günlerde anlamıştım ki bu bina, benim memleketimdeydi ancak bana ait değildi. 


Sonra lise yıllarımda, ağabeyimin üniversite okuduğu kente, Muğla'ya gitmiş ve ertesi sabah onunla, Marmaris'e geçmiştik. Güya gidip bir yerlerde yüzecektik. Ancak sahile yaklaştıkça, her yerin tel örgülerle çevrili olduğunu fark ettik. En iyi kumsallar otellere ayrılmıştı ve bizim oraya girmemiz "yasaktı". Oysa anayasada, tüm sahiller, ormanlar, nehirler ve göller kamunun malıdır diye yazmıyor muydu? İşin komiği, olabilecek en kötü sahil şeridinin çevrilip "halk plajı" ilan edilmesiydi. Sanırım halk deyince anladıkları asgari ücretle geçinenler, köylüler, öğrenciler falandı. Geliri yüksek olanlar halktan sayılmıyordu. Ve üstelik, buraya giriş de ücretliydi... Dedim ya, lise yıllarımdaydım diye. Eh, serde de solculuk olunca elbette, kavga ettim kapıdaki görevlilerle. Bağıra çağıra bir ajitasyon konuşması yaptım ve alın başınıza çalın diyerek girmedim plaja... Ve şimdi, hiç görmediğim -ve esasında görmek de istemediğim- Antalya'nın, Bodrum'un, geceliği bir asgari ücretten fazla olan otelleri geliyor aklıma. Memleketim fiilen işgal altındaymış gibi hissettiriyor bana. Biliyorum, yakınlarından bile geçsem, bu mekânlar kusar beni ve kuşkusuz, ben de onları kusarım...


Ve Uludağ... Bir vakitler sürgün yeri olan, gülbeşeker Feride'nin öğretmen olarak gittiği Zeyniler köyünü bağrında barındıran yüce dağ. O gün olur mu ki Uludağ bana da kollarını açsın? O gün olur mu ki sade bana değil, yurdun tüm insanlarına, kimlik falan sormadan buyur etsin, oturtsun eteklerinde? Biz de çiçeklerini derelim, sevelim hayvanlarını ve tımar edelim göğsünü... Ve o gün olur mu ki biz, hepimiz, yurdumuzun her karışının bizim olduğunu bilmenin mutluluğunu yaşayalım?




20 Ocak 2024

Gültepe