Dağlar, dağlar, yurdumun dağları,

demir yüklü, yiğit yüklü, başak yüklü!

Siz ki bir yerlere sığmazsınız,

bir bu yürek içine alır tümünüzü,

bir bu yürek!

-Drittero Agoli



Nisan ayının başlarıydı. Bitlis’te, bir yol kenarındaydık. Uzaklarda, bıyıkları tütün sarısı -göremesem de bildiğim- şapkalı dayılar, sabanlarla tarla sürüyorlardı. Simsiyah toprak, sabanın işlemesiyle damar damar bölünüyor, kabarıyordu. Tarlalar, binlerce yıl olduğu gibi çizgilerle bölünmüş, ana karnı gibi tohumu bekliyordu. Üstlerinde gezinen insanlar, sanki toprağın birer parçası, belki de hizmetkârı gibiydiler. Açtıkları çizgilere basmamak için gösterdikleri gayret, derin bir saygının yansıması gibiydi. Onların hemen ötesinde meşe, alıç, ceviz, nar ve badem ağaçlarının karma karış, kol kola meydana getirdiği bir garip -sanki- orman başlıyordu. Ağaçların hemen ayaklarının dibinde kuşburnu, böğürtlen, kekik, şakayık… Hepsi topraktan tüten buharların arasında esniyor, geriniyor, dallarını kütürdetiyor. Sonra dağlar… Başı karlı, kendi pus içinde, sıra sıra, dizi dizi dağlar. Kara dağlar, mor dağlar, ala dağlar, ulu dağlar, cânım dağlar. Dağların yamacında derin yarıklar, yarıklardaysa esas duruştaki askerler gibi sıra sıra kavak ağaçları. Köy evleri, bu yarıkların arasında şırıldayan derelerin sesine kurulur. Göremiyorum ama biliyorum; şimdi bu yamaçlarda, ellerindeki pilli radyolardan Kürtçe müzik dinleyen çocuk çobanlar geziniyor. Önlerinde koyun, kuzu, keçi, önlerinde dağ, uyku, açlık…


Bir küçük kara bulut, sanki bir şeyleri aranır gibi geziniyor. Belli ki rahmetini dökeceği yeri arıyor. Belki şu Urartu Kalesi'ne yanaşır, sürtünür, süzülür aşağılara. Kaleyi yapanlar, acaba bugünü hiç düşündüler mi? Binlerce yıl sonra bir bulutun, yaptıkları kaleye, kaledeki parmaklarının izine değeceğini, ağacağını, bunu benim göreceğimi, görünce mutlu mu, hüzünlü mü olduğumu şaşıracağımı…


Terk edilmiş, mahvolmuş, yok edilmiş bir coğrafyadayım. Herkesler kaçma telaşında. Arabaların tamponuna takılan sümüklü çocuklar artık yok. Bir tek bıyıkları tütün sarısı dayılar kaldı buralarda... Radyodan Aysun Gültekin’in sesi geliyor: “el çek tabip sinem üstünden, sen benim derdimi bile bilmezsin…” Kulağımı türküye vermişken hafif bir rüzgâr esiyor. Biri sırtıma dokunmuş gibi geri dönüyorum. Karşımda seni görüyorum. Az önce baktığım yere bakıyorsun. “Yavrum” diyorum, “az önce, yurdumun rüzgârı bana değdi, gördün mü?” Saçma sapan bir cümle bu. Çünkü dilim yetmiyor hissettiklerimi anlatmaya. Bıraksalar, bir ay durmadan konuşsam yine de anlatamam yurdumun rüzgârının etimi okşamasını. Ama sen, anlıyorsun. Garipliğimi, aitliğimi, mahzunluğumu, yurdumu böyle görmenin damarlarımda bıraktığı öfkeyi, saç diplerime çıkan hüznü… Sen, anlıyorsun beni. İşte bu yüzden seviyorum seni.


Umut Ulaş ÇELİK

26 Ocak 2021 Salı

Gültepe